NIETZSCHE AĞLADIĞINDA BEN GÜLÜYORDUM








23 Aralık 2010 Perşembe

BİR KEDİ MİYAV DEDİ MİNİK FARE KÜKREDİ

     Son zamanlarda ağaçta kalan kedinin haberi nedense yapılmaz oldu. İmaj değiştirip ağca yeniden mi çıksa? Bir de şansını öyle denese. Mesela kulaklarının arkasına meç attırsa. kuyruğunu yeşile boyatsa. Yada Sn. Başbakanın karşısına çıkıp anamız miyavladı aylardan da mart değil ne iş? dese. Polemiklere konu olsa. Sonra ağaca çıkıp beklese. Haberi yapılır mıydı? Yapılsın yapılsın.
    
     Seçimler,Davos, Ergenekon, Balyoz, Referandum, Obama, Küresel Kriz, Ulusal Kriz, Taş Atan Çocuklar, Terörizim, BDP falan derken; Ne olduysa bizim kediye oldu.
    
     Alıp başını kaçtın mı bu diyarlardan kedi? Gitsen bile kim seni haksız bulabilir ki? Ama yinede, seni çok özledik ağaçta kalan kedi. geri dön ne olur artık!

19 Aralık 2010 Pazar

Bir Giz'in Açıklığa Kavuşturulması ( GENÇ OSMAN )

      Osmanlı padişahlarının 16. sı, 1. Ahmed'in oğlu 2. Osman; nam-ı diyar Genç Osman.
    
      Bilinenin aksine Genç Osman dediğin hiç bir zaman bir küçük uşak olmamıştır, ne de beline ibrişim kuşak bağlamışlığı vardır. Türküde geçen Genç Osman hikayesine türkü yakılan sıradan bir askerdir.
    
     Genç Osman 1618 yılında, henüz 14 yaşında iken tahta çıkıyor. Fakat, yeniçeriler yaşından ötürü savaşlar esnasında Genç Osman'ı pek fazla takmıyorlar. Tabi bizim Genç Osman o yaşlarda tam bir deli kanlı. Gençliğin verdiği enerjiyle mangalda kül bırakmıyor. Yeniçerilerin bu fütursuz davranışlarını olgunlukla karşılamak yerine, tam da yaşının gerektirdiği şekilde onları karşısına alarak ve bam tellerine dokunacak her türlü ters davranışı sergileyerek karşılık vermeyi seçiyor.

     Normal de Osmanlı'da savaş sona erdikten sonra, askerlerin kesip getirdikleri başlar belli bir ücretle ödüllendirilirdi. Genç Osmani yeniçerilerin getirdiği kafalara 1 kuruş 2 kuruş gibi bedeller biçerek askerlerin heveslerini kırarak başlıyor işe. Daha sonra yine normal de sabah sayımlarında subaylar sayımı yapıp padişaha bildirirlerken, Genç Osman sayımları yaparak bu kezde Subayları takmadığını gösterir gibi yeni çerilerin sabırlarını damla damla taşırıyordu.

     Elbette bardağı taşıracak son darbe ve kendi sonunu hazırlayacak hareket tedbirli kıyafet sokağa çıkarak yeniçerilerin ne yaptıklarını kontrol etmeye kalkışması olacaktı. Bu hareket yeniçerilerin gözünde sokağa inen padişahı normal bir halk yapmaya yetecekti ve onu sıradanlaştıracaktı.

     Artık yençerilere hiç güveni kalmadığını açıkça ortaya koyan Genç Osman için ölüm fermanı yazılmıştı. Geri dönüşü olmayan bir yola girilmişti yeniçeriler ve Genç Osman arasında.

     Yeniçeriler padişahı öldürme planları yaparken, Genç Osman'da aynı zamanda yeni çeri ocağının aşırı kalabalıklaştığını ve çok fazla para yediklerini ileri sürerek, teşkilatın kapanması gerektiğini öne sürer ve iki tarafta son kozlarını oynar.

     Ve yeni çeri darbesi başlar. Başarılı olur.

     Ele geçirdikleri padışahı, kötü bir at üzerine, kavuksuz şekilde oturtarak şehirde halkın arasında, adeta bütün bir tarihin ibret alması ve kendilerine bulaşılmasının cezasının ne olacağını ispatlarcasına gezdirmeye başlarlar. O dönemde bir padişahı kötü bir ata bindirmek ve özellikle kavuksuz halka göstermek en aşşağlayıcı hareketlerden biriydi. Bu sahne o dönem yapılan resimlerle de sabitlenmiştir.

     Yeterince aşağalandığına ve ibret olduğuna kanaat getirilen Genç Osman, yeniçeriler tarafından infaz edilmek üzere Yedikule Zindanları'na götürülür. ve bilinenin aksine Genç Osman'a tecavüz edilmez. Boğularark öldürülür. Böylece Genç Osman macerasını 18 yaşında tamamlamış ve bedelini canıyla ödemiş olur.

17 Aralık 2010 Cuma

İnsandan Uzak Herşey Mükemmelde Başlıyor.

 " Bir kar tanesi için hammadde olarak bir tane toz, pek çok buz ve bol miktarda hava gereklidir. Toz karalardan, buz denizlerden, hava atmosferden gelir; işlem ise bulutlarda yürür.

Kar tanesinin yapımı, mikroskopik bir toz zerresinin etrafında başlar. Bu arada bulutun içinde sıcaklık donma noktasının altındadır; hava ise fazlasıyla suya doymuş durumdadır. 

Toz zerresi, etrafındaki havadan buz zerrelerini toplamaya başlar.

Böylece, adım adım, kristaller inşa edilir bulutların derinliklerinde.
Bu kristallerin kimi sütun şeklinde prizmalara, kimi incecik iğnelere, kimi özenle yapıLmış şiltlere benzer. O yapılardan herbiri, farklı sıcakLıkLarda ve farkLı nem oranLarında ortaya çıkar.
Bu kadarı sadece bir başlangıçtır.

İncecik kristaLLer, etraftan buz toplamaya devam eder.
Derken koLLar uzanmaya başlar kristalin altı ayrı yönüne doğru.

Ağaçlar ağarır göklerin derinliklerinde.

Saydam ağaçlardan, saydam daLLar uzanır. Sanki herbir dal diğerinden haberdarmış gibi, hepsi birden ayrı yönLere doğru, fakat aynı hızda, aynı biçimde uzanır. OnLar birbirinden haberdar oLmasa da, onları inşa eden, herşeyden haberdardır.

Fakat bu, yeryüzündeki ağaçların “içten dışa büyümesi” gibi bir büyüme değildir. Gökyüzünün ağaçLarı, üzerLerine konan buzLarLa büyür. Bu, üzeri toz tuta tuta büyüyen ve sanatkârâne bir şekiL alan bir bibLoya benzer. Bizim etrafımızda böyle bibLolar hiçbir zaman görüLmez; ama donma sıcakLığının altındaki bir buLutun her metreküpünde bu işlemin binlercesi bir arada yürümektedir.
KristaLLerin gövdelerinden uzanan daLLarın kendileri de etrafa daha küçük daLcıkLar uzatır.

Böylece kristaLLer kristaLLere eklenir. Herbiri eL yapımı kristaLLerin bazan onLarcası, bazan yüzlercesinden bir kar tanesi inşa ediLir. Bu inşaat sırasında tuğLa oLarak milyarlarca, hattâ kar tanesinin büyüklüğüne bağlı olarak, triLyonLarca buz molekülü kullanılmıştır.
Kar taneleri mükemmel geometrik şekilleriyle adeta gökyüzü çiçeklerine benziyor.Bir tanesini bile en dahi mimar dakikalarca uğraşmadan çizemeyeceği halde,Allah milyarlarcasını her saniyede şekillendirip,eşit ağırlıklarda kesip yeryüzüne gönderiyor.

Ingiliz bilim adamı 24 bin kar tanesi üzerinde yaptığı araştırmada hiçbirisinin birbirine benzemediğini ve hepsinin harikulade motiflerle süslendiğini görüyor ve sonunda şu kanıya varıyor ;
Dünyanın yaratılışından bu yana yağan kar tanelerinin hiçbirisi birbirine benzemiyor.



Yağmur ve kar,fırtınalı havalarda dahi yağarken birbirleriyle çarpışmaz.Eğer çarpışsalar yeryüzüne gelinceye kadar dev kütleler oluşturup bizlere zarar vereceklerdi.Bu da kütlelerinin en hassas terazilerin ölçemeyeceği hassasiyette birbirine eşit olduğunu gösteriyor. "


 İnsandan uzak herşey mükemmelde başlıyor. Kar'ın oluşumu gibi. Biz mükemmeli elimize geçtiği andan itibaren aza indiriyoruz. Yaparken yıkıyoruz. Sahiplenirken tutsak ediyoruz. Ve severken parçalıyoruz. En çok da unutkanız. Hatırlamak için çok zamanımız olması umuduyla..



0542-0532-0555 Fark Eder mi?

     Siz sürekli hatlarınızı değiştirin tamam mı?. Değiştirin ki; ben bıkmadan usanmadan rehberimdeki numaranızı tekrar,tekrar ve tekrar değiştireyim. rehberde değişiklik yapmaktan telefon bozulcak yahu. Liseden beri aynı hattı kullanan bir abone olarak 3 ayda bir hatların değiştirilmesi benim açımdan gerçekten de evrende yanıtlanmayı bekleyen sorulardan bir tanesi oldu. Hem de, sadece bu alanda faal olan 3 tane şirket varken bu denli sık hat nasıl değiştirilebilir anlam vermek olanaksız.
     Yok liseye giden gençleri anlıyorum hoşlarına gidiyor böyle şeyler tabi birde ekonomik boyutu var olayın. Nerede  indirim var gençler orada mecburen.Bu tamam da. Koca koca adamlar, bayanlar olmuşsunuz madem, ayıptır diyorum.
     iş bu yazı bu olaya gösterilmiş bir tepkiden ibarettir.

7 Aralık 2010 Salı

Gölge İnsanlar

Hiç kimse onlarla göz göze gelmek istemez.Hiç kimse onlarla konuşmak,asansöre binmek veya yan yana oturmak istemez.Dünyada çok iri olmasına rağmen görünmez olan tek canlı obez insanlardır!Şişmanlar, dünyada insanların en çok utandığı kardeşleridir. (*)

Bazen beyindeki hipotalamus' un, ( doygunluk hissini veren bölge ) yani iştah denen canavarın beyindeki sarayının çalışmaması sonucu doyduğunu bilemez insanlar. Bu da bitmek bilmeyen bir iştah durumuyla kişinin başta sabır olmak üzere bir çok erdemini kaybederek, açlığına yenik düşmesine sebep olur. Ve kaçınılmaz son olarak obezite meydana gelir.

Buda gösterir ki; Obezite: kişinin iradesiz oluşunun aksine, büyük oranda bir hastalıktır.

Belki karanlıkta kalan kardeşlerimizde güneşten nasibini alır ve bu yazı üzerine biraz daha aydınlanan arkadaşlar da duruma gereken hassasiyeti gösterirler diye umut ediyorum


(*) Buket Uzuner, Yolda, Turkuvaz Yayınları, Syf. 121, 2008

23 Kasım 2010 Salı

Ufacık Bir Ayrılık Hikayesi

Bir gece sohbet ederlerken kapı vurulmuş,
dışarıdan kalabalık bir güruh;

”Şeeeems dışarı çıkkk!” diye bağırmıştı.

Mevlana yaklaşan acı kaderi sezmişçesine:

”Çıkma” diye yalvardı.

Zat boyutundan, Hikmetten öte Kudretten bakan Şems gülümsedi:

”Telaşlanma, verdiğimiz sözü tutma vakti gelmiştir”
diyerek kapıya yöneldi.

Mevlana: “Ne sözü, nereye, niyeee?” diye yapıştı ellerine…

Şems, yıllardır sakladığı sırrı söyledi:

“Şam’da Rabbime yalvarmış,
aşkımı seyredeceğim bir ayna istemiştim.

Rabbim seni verdi, sende seyrettim…”

İyi işte, seyre devam edelim, dedi Mevlana.

Şems;
”Rabbim de bana demişti ki, o aynayı verirsem ne bağışlarsın?

Tereddütsüz şöyle demiştim; Başımı veririm!…”

Şems dışarı çıktı. Sadece bir “ALLAH” nidası duyuldu.

Ay ışığında yerde üç beş damla kan seçiliyor,

ama ne baş, ne ceset, ne de katiller gözükmüyordu!…

Aşkları sır olmuştu.

Mevlana’yı sahiplenenler,

Onu paylaşmak istemeyenler şehit etmişti Şems’i.

Aşkın doğasıydı en yakın çevrenin tahammülsüzlüğü!…

Aşkın doğasıydı Firkat!..

La Tahzen!

AŞK Gelince Sen de Kıl Kadar Bile Varlık Bırakmaz. Sen Bir Gölge Varlıksın, Fakat Güneşe Aşıksın; Güneş Gelince, Gölge Yok Olur Gider. La Tahzen! Kaybettiğin Herşey Başka Bir Surette Tekrar Gelir Yani AŞK Ebedidir Sadece Suret Değiştirir.

12 Kasım 2010 Cuma

Başörtüsü Özgürlüğü İsteyen Rektörler.

''Başörtüsüne Özgürlük İsteyen Rektörleri Atamadı'' diyor bu ara haberler Sayın Abdullah Gül için. Vardır bir bildiği diyorum bende. Zaten atadıkları gözükmez. Atamadıkları göze batar öyle değil mi?. Sizce bir kişinin rektör olması için tek geçerli sebep başörtüsüne izin veriyor olmasımıdır. Çıkartalım at gözlüklerimizi. Demek ki, adamlar o görevi yerine getiremeyecek kimselermiş. Hem baş örtüsüne izin verecek hemde bu görevi yerine getirecek kişileri atayacaktır belkide. Tek cümlelik haberlerle acımasızca yorum yapmayalım. Bütünü görmekte önemli.

8 Kasım 2010 Pazartesi

Objektif bir Cumhurbaşkanı'mız mı var, yoksa bana mı öyle geliyor?

     Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, eşi Hayrünnisa Gül ile birlikte geldiği İngiltere’nin başkenti Londra’da üniversitelerde okuyan öğrenciler ve dernek üyeleri ile biraraya gelmiş ve Gül, ilkokullarda başörtüsü cehaletini ortadan kaldıracaklarını söylemiş.
     Gençlerin sorularını yanıtlayan Gül,  bir soru üzerine ilkokullarda başörtüsü konusuna da değinerek, ‘Bu konuda yaşanan bir cehalet varsa biz bunu da ortadan kaldıracağız. İlkokul öğrencisinin kendi isteği ile başörtüsü takması gibi bir şey söz konusu olamaz. Bu konuda karar verecek yaşa geldiğinde kararını verir’ şeklinde konuşmuş.
     Objektif bir Cumhurbaşkını'mız mı var bana mı öyle geliyor yoksa ? =) Bunun üzerine kendini müslümanlığa adamış kardeşlerimizin çok sevdikleri Sayın Gül'e ve dolayısla Akp'ye isyanlarıda şu şekilde oluyor.

''Gerekçesi bnce çok saçma. Sn çocuğa onun bilincini verirsn gayet de kendi isteğiyle başini örter''

''akıl baliğ olmuşsa çocuk kapatır. Allah Allah yaa''

''Cehalet ha vay be... Daha neler duyacagız kim bilir..''

''First lady konuştu; kenara çekilin zizofu size sıçramasın. ALLAHTAN KORKUN ALLAHTAN Başörtüsünün ilkokul lise,üni ayrımımı olur. verdiğiniz eğitim (buradaki kardeşlerimden özür dileyerek) cinselliği ilk okula indirdi. neden şu kitle iletişim araçları denilen tv ve diğerleri ile uğraşmayıp küçükte olsa bir kızcocuğunun başörtüsüyle uğraşıyorsunuz... kırmızı halı güzeldi değilmi.....''

''ya müslüman diyoruz ama yapılan açıklamalar hakkaten üzüyor bizi... inanıyorumki çoğu kardeşimizi üzen bir açıklama ama sırf iktidarlarına zeval gelmesin diye ses çıkarılmıyor...''

Sayın Gül'e kocaman bir aferin vermek istiyorum. Tebasına da kocaman bir sıfır ( 0 ). İşte bu örnek te görüldüğü gibi; Bazı şeylere körü körüne bağlanan insanlar, Bu düşüncelerini dile getirsin diye başlarına seçtikleri kişi, kendilerine uymayan bir şey söyleyince, bu hakikatin ta kendisi bile olsa, hiç gözlerini kırpmadan iki gün önce taptıkları kişiyi, bir kalemde silebiliyorlar. Allah herkeze akıl fikir versin ne diyeyim! 

5 Kasım 2010 Cuma

Muhalefetsiz Bir AKP

     Az önce bir forumda CHP yi destekleyen kişilerin ve parti üyelerinin din düşmanı vs. falan olduğundan dem vuran ve bu fikrini bütün nefretiyle savunan bir arkadaşın yazısını okudum. Buna istinaden sorarım; Sizce insan hem Müslüman hem CHP li olamaz mı? böyle bir genelleme yapmak doğru mu? Hem muhalefet olmazsa eğer iktidarı doğru düzgün çalışmaya itecek karşıt bir güç olmaz. Ne yani CHP gitsinde iktidarın en büyük muhalefeti BDP gibi terörizmi tesdekleyen bir partimi olsun. Lütfen uslubumuza dikkat edelim. Asıl büyüklük Muhalefeti kaldırabilmek, aksi taktirde muhalefetsiz bir cumhuriyet şekli monarşinin yolunu tutar ve bununda diktatörlük demek olduğunu hepimiz biliyoruz sanırım.

3 Kasım 2010 Çarşamba

YAP O ZAMAN!

Çevremde geçmişten, bugüne dert yanan sızlanan o kadar çok kişi oldu ki, herkesin çevresinde olduğu gibi elbette. Bende durum böyle madem dedim ve tüm sızlananlar için bir reçete hazırladım tabi bu okunaklı bir reçete oldu. Umarım hissayata kelam olabilmişimdir.

 İTİRAF: Kendimden de bildiğim bir kaç sızlanmayı da ekleyiverdim aralara.


Sevgilin seni terk ettiği için yas tutuyorsun; salya sümük ağlıyorsun. Eee sende sevme o zaman !
Mahalle maçında kaybettiğin için cep harçlığınla karşı takıma kola alıyorsun, sana bir bardak bile vermiyorlar, zoruna gidiyor. Eee sende oynama o zaman!
Başka çocukların bilmem neleri var senin yok, babanı suçluyorsun. Eee onların çocuğu olma o zaman!
Yüzüklerin efendisinde bile ağlayabilecek naif bir insansın ve ‘’Neden kimse ağlamazken ben bu filimde ağlıyorum’’ diyorsun. Eee sende izleme o zaman!
‘’Hayatta başladığım hiç bir şeyi bitiremiyorum bu durum beni deli ediyor. Yoksa ben koca bir heves budalası mıyım?’’ diye düşünüyorsun. Eee sende hiç bir şey yapma o zaman!
Karnen kırıklarla dolu ama kendinde onları hileyle değiştirecek gücü bile bulamıyorsun ve yutmazlar da, anlarlarsa diye korkuyorsun. Eee sende çok çalış o zaman!
Hız yaparken emniyet kemeri takmak istiyorsun ama arkadaşların dalga geçer diye takmıyorsun. Eee sende onlarla arkadaşlık etme o zaman!
‘’Eve kör kütük sarhoş gittiğim de bir kerede kimseyle karşılaşmadan sızsam ne güzel olur’’ diyorsun. Eee sende içme o zaman!
‘’ Kurtlar Vadisi’de bokunu çıkardı ama, tadında bitirmeliler’’ diyorsun. Eee sende izleme o zaman!
Tuttuğun takım maç kaybedince ağız dolusu küfür ediyorsun sonrada bütün nezaket ve kibarlığınla yönetimi istifaya davet ediyorsun. Eee sende takım tutma o zaman!
Hoşlandığın kıza yada erkeğe bir türlü açılamıyorsun. Başkası kapınca da boğazında düğümlenen lokmayı yutmaya çalışıyorsun. Eee sende hoşlanma o zaman!
Uyuşturucunun yasal olmasını istiyorsun. Eee sende Amsterdam’a yerleş o zaman!
‘’Pencereden aşağı insanların üzerine tükürdüğüm zaman bir kere olsun içeri kaçmadan camın önünde dikilip göz göze gelmek istiyorum.’’diyorsun. Eee sende tükürme o zaman!
‘’Zillere basıp kaçmamak ve öylece durup yaptığım şey ne kadar anlamsız da olsa, inadına keyif aldığımı ispatlarcasına gülümsemek istiyorum, ama daha önce hiçbir tabuyu yıkamadığım gibi bunu da yıkamıyorum.’’ diyorsun. Eee sende basma o zaman!
Seks yaparken her defasında içindeki kudurmuş hayvanı dizginlediğinden ve uslu ulsu sadece üzerine düşeni yaptığından, bütün kamasutra içerikli fantezilerini rafa kaldırıyorsun. Sonrada bütün memnuniyetsizliğinle kendine güzel bir anmış gibi rol yapıyorsun. Bundan da nefret ediyorsun. Eee sende seks yapma o zaman!
Daha nelerden, nelerden şikayet ediyorsun. Eee sende hiç birini yapma o zaman!

‘’Ama bütün bunları yapmazsam hayatın ne tadı kalır ki?’’ Diyemiyorsun! İyisi mi sen her şeyi en azından bir kere de olsa yap o zaman! Zaten benim inancıma göre; her şeyi en azından bir kere denemeyen birinin dünya görüşünde de haliyle bir eksiklik olur.

   

27 Ekim 2010 Çarşamba

Evrende Yanıtlanmayı Bekleyen O Kadar Çok Soru Var Ki?

     Henüz marjinal olup ta Cnbc-e'deki dizilere tapmayan bir gençle tanışma şerefine nail olamadım.Gerçekten diyorum! Hal böyle olunca da insan düşünmeden edemiyor. Mesela, şimdi bir döneme damgasını vurmuş, köklü dizilerimizden Çiçek Taksi'yi ele alalım. Örneğin; bir Çiçek Taksi'yi Cnbc-e alsa ve uğraşıp da ona ingilizce dublaj yapsa, sonra bir de türkçe alt yazı eklese. Ne olurdu? O zaman da marjinal gençler şu muhabbetleri mi yaparlardı?
- Aaabi Cnbc-e de Yellow Taxi diye bir dizi var bitiyorum yaaa!
- Aynen aaabi bende Soundtracklarını download ettim hem i-phone'uma hemde i-pod'uma upload hesabı.
- Aaabi a.q nasıl bir duraktır o yaaa...
Hatta olay biraz daha abartılıp, facebooklarda, myspacelerde ilgi alanlarında bir Starbucks, bir Burger King ya da ne bileyim bir Sponge bob gibi paylaşılmaya laik görülürmüydü? Meraktan geberiyorum. Üç dilek dileme hakkım olsaydı üçünüde bunu öğrenmek için boşa harcardım. O derece yani. =)

     Neyse şimdi gelelim olayın bir diğer boyutuna. Sonra tekrar düşününce dedim ki, yani bunu Cnbc-e yapabiliyorsa, aynı şeyi Kanal D' de pekala yapabilir. Örneğin, bu kez de bir ''The Hause' u'' ele alalım. Kanal D bunu alsa ve dizide oynayan 60 yaşındaki adamın dublajını, 20 yaşındaki bir gence yaptırsa, ( Hep öyle oluyor değil mi, yaşlı adamları gençlere, gençleri yaşlılara falan seslendiriyorlar. Boktan bir seslendirme sistemi.) sonra onuda ''Prime Time'' dediğimiz en çok izlenen yayın saatine, yani ana haberden hemen sonraki 20.00 kuşağına koysa, bu kez de ''Fatmagül'ün Suçu Ne?'', ''Öyle Bir Geçer Zaman ki'' ya da ''Yaprak Dökümü'' izleyen marjinal olmayan ve son derece sade zevklere sahip vatantaşlarımızda, The Hause'u her hafta hiç kaçırmadan izlerlerde, daha sonra da annelerimiz, ablalarımız günlerde The Hause' dan ya da Dexter'dan konuşur muydu? Öyle olsaydı da bu kez de, muhabbetler bu mu olurdu ki?
- Ayol ne o çocuk öyle Dekstor mudur Davut mudur nedir? İyi mi kötü mü anlamadım herkezi öldürüyor?
- Dekstır kız Dekstır. Ay Neriman Abla allah seni bildiği gibi yapsın emi.
- Amaannn ne bileyim ben.
- Olsun kız ablaaaa ama yakışıklı çocuk dime?
- Ben bilmem beyim bilir.
Tamam tamam sonunu biraz abartmış olabilirim ama heralde buna yakın birşeyler olurdu.

     Ben onu bunu bilmem Çiçek Taksi' güzel diziydi. Hatta şarkısını mırıldanarak yazıya son vereyim. Telif hakkı ödemeden o kadar dizinin adını kullandım ne de olsa, bir kıyak yapayım. =) Çiçek taksi durağıııı burasııııııı. Taksinin rengi buğday sarısııııı.... =) Falan feşmekan...

24 Ekim 2010 Pazar

Bakış Açısı

1933 Yılında Nazilerin önderliğinde Adolf Hitler, Almanya’nın başına geldiği sıralarda beklide oda henüz bilmiyordu, bu başarısının tarih sayfalarına yazılan her satırının bu denli kana bulanacağını.
Hitler ‘’ Kavgam’’ adlı baş yapıtının birinci cildinde açıkça Yahudi ırkına olan düşmanlığını özetle şu cümlelerle belirtiyor: ‘’ …Yahudiler gelecekte yaratacağımız üstün alman ırkı için büyük bir tehdit oluşturmaktadır. Kökünden yok edilmelilerdir… ‘’ Tüm dünya bu düşüncenin sonucu olarak gaz odalarında boğularak öldürülen yüzlerce yahudiye yapılanları insanlık dışı bir vahşet olarak görmekte ve yıllardır kınamaktadır. Fakat; tüm dünya duruma bu açıdan bakarken, yaşanan bir olay sonucunda birde işe Nazilerin gözünden bakınca eminim bir çok insan da ‘’ Ama bunlarda haklı ‘’ demekten kendini alıkoyamayacaktır. Olay ise şudur: Gaz odalarında infazları gerçekleştikten sonra Yahudi cesetlerini toplamak için içeri giren nazi askerleri genelde hep aynı manzarayla karşılaşıyorlardı. Yukarıda kalan temiz havayı solumak ve bir süre daha hayatta kalabilmek için çırpınan insanların oluşturduğu, piramit şeklini andıran ceset yığınları. Ve bu ürkütücü manzara yalnızca bunla da kalmıyordu. Bu ceset yığını en üstte gençler, onun altında orta yaşlılar, onun altında ihtiyarlar ve en alt kısımda ise çocuklardan oluşuyordu. Durum her ne kadar insanlık dışı bir katliam gibi gözüküyor da olsa, nazi subaylarının o yıllarda konuya getirdikleri açıklamalardan bazısı şu şekilde: ‘’ Görüyorsunuz ya! Yahudileri öldürmekte ne kadar doğru bir iş yaptığımızı; bunlar öyle bir ırk ki, birkaç saniye fazla yaşayabilmek için kendi çocuklarını dahi ezmekten çekinmiyorlar. ‘’


Naziler bu sözleri elbette ki bir savaş propagandası olarak yaptıklarına kılıf uydurmak için söylemişlerdi. Bunun bugün ABD’nin Irak’a açtığı savaşta gerekçe olarak sunduklarından pekte bir farkı olduğunu söyleyemeyiz. Nihayetinde yapılan insanlık dışı bir katliamdır. Bu örnek gösteriyor ki; bakış açılarımızdaki farklılıklardan dolayı bugün dünya biraz daha az yaşanır bir yer olmuştur ve savaşlar, katliamlar, töre cinayetleri, abartılı sevinç gösterilerinin vazgeçilmezi maganda kurşunları vb. gibi kendimizi de, yaptığımız şeyleri de haklı gösteren ipe sapa gelmez bakış açılarına sahip olmuşuz. Belki bir gün herkez dünyaya aynı pencereden bakmayı öğrenir. Biliyorum, biliyorum imkansız bu. Zaten benimkisi de basit bir temenni. 

16 Ekim 2010 Cumartesi

OTOBİYOGRAFİ

6 yaşında hayatımdaki en önemli şey Game Boy'umdu ve en çok korktuğum şey sünnet olmaktı.
7 yaşında hayatımdaki en önemli şey ilk okul aşkımdı ve en çok korktuğum şey aşı olmaktı.
10 yaşında hayatımdaki en önemli şey Playstation'umdu ve en çok korktuğum şey onun bozulmasıydı.
12 yaşında hayatımdaki en önemli şey önlükten kurtulmuş olmamdı ve en çok korktuğum şey şuan hatırlamadığım bir şeydi.
15 yaşında hayatımdaki en önemli şey rock müzik dinlemekti ve en çok korktuğum şey okuldan atılacak olmamdı.
17 yaşında hayatımdaki en önemli şey taksimde sokaklarda sabahlamaktı ve en çok korktuğum şey anayollardı.
18 yaşında hayatımdaki en önemli şey anarşizm,bira ve Fight Club'tı ve en çok korktuğum şey ÖSS idi.
19 yaşında hayatımdaki en önemli şey o kızdı ve en çok korktuğum şey onu kaybetmekti.
20 yaşında hayatımdaki en önemli şey üniversiteydi ve en çok korktuğum şey ev sahibi hacı amcaydı.
22 yaşında hayatımdaki en önemli şey hayatın ta kendisiydi ve en çok korktuğum şey işsiz kalmaktı.
23 yaşında hayatımdaki en önemli şey özgürlüktü ve en çok korktuğum şey düşünmekti.
24 yaşında hayatımdaki en önemli şey gelecek ve en çok korktuğum şey gelecek.

0 yaşından 24 yaşına kadar hayatımdaki en önemli,en önemli şey ailemdi ve en çok, en çok korktuğum şey onları kaybetmekti.

13 Ekim 2010 Çarşamba

KÜÇÜK KIRMIZI ŞEKERLER

     Küçükken bayram gelecek diye mutluluktan havalara uçardım çünkü biliyordum ki bayram demek renk renk şekerler demekti.
     Bayrama 1 hafta kala babam elinde tam bir poşet şekerle eve gelirdi bende bir an önce bütün şekerleri avuçlamak isterdim. Ama babam sadece bir avuç almama izin verirdi ve bayram için saklardı onları. Bende küçücük avuçlarımı olabildiğince açar, poşete daldırırdım, ama o kadar küçüklerdi ki sadece 5-6 tane şeker tutabiliyorlardı. Bu bile sevinmeme yeterdi, sonra hiç kırmızı şeker alamadığımın farkına varıp ağlardım, çünkü ben en çok kırmızı olanları severdim. Onlar hem güzel kokardı hem de çilekliydi. Sonra bayram gelirdi...
      Sabah erkenden kalkıp şeker toplamaya başlardım bayramın son günü geldiğindeyse artik babamdan bile daha çok şekerim olduğunu fark ederdim ama bunu ona söylemezdim, çünkü beni kıskanıp üzüleceğini düşünürdüm.
      Sonra bütün şekerlerimi önüme alıp kendi kendime söz verirdim bir daha ki bayrama
 kadar hepsini az az yiyip hemen bitirmeyeceğime dahi ve daha sonrada kırmızı olanları bir kenara ayırır kalanları bir torbaya koyduktan sonra, küçük kırmızı şekerlerimle biraz daha konuşurdum, ama bayramdan 3 gün sonra bütün sekerlerim yarıya inerdi. Tabi annemde dişlerimi çürüteceğim diye onların hepsini alırdı. Bende ağlardım, ama o gittikten sonra göz yaşlarımı çabucak temizlerdim, çünkü annemin bilmediği bir şey vardı. Kırmızı şekerlerimi başka yerde saklıyordum. Sonra onlarda gitmesin diye hepsini hemen yerdim sonra küçücük avuçlarımda biriken su damlalarından başka elimde bana ait hiçbir şey kalmadığını fark ederdim.
     Artik hiç şekerim kalmamıştı. Ama yinede mutluydum, çünkü bir dahaki bayram bunun tam iki katini toplayacaktım.
     Bir daha ki bayram geldiğinde sadece yarısı kadar toplayabildim. Sonra daha az, daha az ve derken, sonunda hiç.
     Büyümek git gide daha eğlencesiz bir hal almaya başlıyordu. Sonralar ne getirir bilinmez ama şimdiden duam bu olsun geleceğe dair. Allah'ım büyüyünce en ciddi sıkıntım bu olsun yani, hayatım sadece şekersiz olduğu kadar eğlencesiz olur inşallah. Amin.

21.09.2005

     Geçen gün bilgisayarımdaki arşivleri karıştırırken bu yazıya rastladım. Kırmızı şekerleri yazdığımdan bu yana tam 5 yıl geçmiş ve ben henüz yirmili yaşların ortasına dahi gelmeden bir çok sorunla boğuşur olmuşum. Sonralar ne getirir bilinmez ama umudunu hiçbir zaman kaybetmemeli insan. Bu yüzden de, şimdiden duam bu olsun geleceğe dair.Allah'ım büyüyünce bundan daha ciddi sıkıntılarım olmaz inşallah. Amin.

25.09.2010

     Bugün bu yazıyı bir kez daha okudum. Yine beş yıl geçmiş aradan. Zaman da ne çabuk geçiyor değil mi? 2010 Yılı sonlarında gerçekten çok büyük badireler atlatmıştım. Eminim daha büyük sıkıntıları atlatmak zorunda kalanlar da vardır. Bu yüzden o zaman ki duam daha kötüsünün başıma gelmemesini temenni etmek olmuştu. Şu an tuhaf bir şekilde her şey ancak benim olabileceğini düşleyebileceğim kadar iyi gidiyor. 2010 Yılı adeta her ''Fırtınanın ardından gelen sessizlik'' teki o fırtınaydı, O yıldan sonraki beş yıl içerisinde bütün sular duruldu. Şimdilik her şey yolunda gidiyor. Bu gün yine dua edeceğim geleceğe dair: Allah'ım bu yaştan sonra buna büyümek mi deniyor yaşlanmak mı bilemiyorum ama, bugünden ne daha fazla mutluluk ne de daha az üzüntü istiyorum. İkisi de olsun. Şuan ki kadar olsun. İnşallah daha fazlası olmaz. Amin.

27.11.2015

9 Ekim 2010 Cumartesi

İstanbul Kitap Fuarı ( Şeref Konuğu İSPANYA )

Evet arkadaşlar bu yıl 29. düzenlenecek İstanbul Kitap Fuarı 30 Ekim - 6 Kasım 2010 11:00-20:00 saatleri, kapanış günü 7 Kasım 2010 tarihinde ise 11:00-19:00 saatleri arasında ziyaret edilebiliyor.
Merak edenlere hemen söyleyim giriş öğrencilere ücretsiz, ama zaten normalde de 5 tl.
Ayrıntılı bilgi elbetteki internette ve Bu Adreste var. Biz yinede kısaca neler var bu fuarda hatırlıyalım.
Daha henüz site yapım aşamasında, yani gün gün programı ve imza günleri gibi etkinlikleri şimdilik göremiyoruz ama yakında yayınlanacaktır. Gelişmeleri şuradan takip edebilirsiniz.

Onur Konuğu: İspanya

Dört gün sürecek etkinlikler kapsamında başta Modern İspanyol edebiyatının önde gelen yazarları olmak üzere söyleşi, dinleti, panel, müzik ve dans performansları düzenlenecek.

İspanyol edebiyatının en gözde yazarlarından biri olan Julio Llamazares, İspanya’nın en prestijli ödülü Planeta’yı kazanan Soledad Puertolas ve kitabında göç eden ve büyük sıkıntılar yaşayan kadınları anlattığı romanıyla Planeta Ödülü’nü kazanan yazar Angeles Caso İspanya’dan gelmesi netleşen yazarlar arasında. Yazarlar söyleşilerle Türkiye’den okurlarıyla buluşacak.

İspanyol edebiyatının en gözde yazarlarından biri olan Julio Llamazares, İspanya’nın en prestijli ödülü Planeta’yı kazanan Soledad Puertolas ve kitabında göç eden ve büyük sıkıntılar yaşayan kadınları anlattığı romanıyla Planeta Ödülü’nü kazanan yazar Angeles Caso İspanya’dan gelmesi netleşen yazarlar arasında. Yazarlar söyleşilerle Türkiye’den okurlarıyla buluşacak.

Söyleşilerin yanı sıra Onur Konuğu İspanya, 30 Ekim 2010 Cumartesi günü açılış töreni sonrasında Flamenko’nun önemli temsilcilerinden Manuel Reina ve grubu Tato Bato ile İspanyol müziğini Türkiye’den ezgilerle buluşturan bir konser verecek.

Uluslararası Salon ve Profesyonel Etkinlikler

Uluslararası Salon fuarın ilk dört günü 30 Ekim-2 Kasım 2010 tarihleri arasında yurt dışından çok sayıda yayınevi, telif ajansı, çevirmen ve yazar konukların katılımıyla gerçekleşecek. Salonda “Onur Konuğu: İspanya” standının yanı sıra Almanya, Fransa, Romanya, İstanbul’da bulunan Avrupa Kültür Merkezleri ve İtalya’dan çok sayıda yayınevi katılacak.
 
 Zagor’un Babası Efsanevi Çizer 29. İstanbul Kitap Fuarı’nda

Kapılarını 30 Ekim 2010 Cumartesi günü kitapseverlere açmaya hazırlanan 29. İstanbul Kitap Fuarı önemli çizerleri konuk edecek. Zagor’un efsanevi çizeri Gallieno Ferri ve İtalya’nın önde gelen çizerleri Kitap Fuarı kapsamında Türkiye’den okurlarıyla buluşacak. Gellieno Ferri'nin yanı sıra İtalya’nın önemli çizerleri başta Gallieno Ferri olmak üzere Gianfranco Manfredi, Moreno Burratini, Marco Verni, Graziano Romani,  Laura Scarpa, Marcello Toninelli, Diego Cajelli, Riccardo Burchielli ve Marco Schiavone  6 Kasım 2010 Cumartesi günü İstanbul Kitap Fuarı’nda düzenlenecek söyleşide okurlarıyla buluşacak

GEÇEN SENEYİ BİR HATIRLAYALIM
Bilenler bilir. Geçen sene çok sayıda ünlü yazar konuk olmuştu 28. İstanbul kitap fuarına.İmza ve Söyleşilere katıldılar. İsterseniz bunları bir hatırlayalım. Türkiyeden; Topkapı Sarayı Müzesi Müdürü İlber Ortaylı, Nihat Behram, Doğan Cüceloğlu,Doğan Hızlan,Erol Göka,Nihat Hatipoğlu,Üstün Dökmen,Buket Uzuner,Nazan Bekiroğlu,Erdal Sarızeybek,Mario Levi,Ahmet Ümit,Atillâ Dorsay,Elif Şafak, Murathan Mungan,Alev Alatlı,Sunay Akın,Feyza Hepçilingirler,Bahadır Baruter,Ayşe Arman,Ayşe Kulin,Can Dündar,Cevat Çapan,Deniz Erbulak,Enver Aysever,Erdil Yaşaroğlu,Küçük İskender,Metin Arat, Met Üst,Selim İleri,Vedat Türkali,Yekta Kopan... insanın daha ne olsun diyesi geliyor değil mi? Yabancı yazarladan da çok sayıda katılım vardı elbette ama bunlardan sadece birinin ismini hatırlasak yeterli geleceğini düşünüyorum.


Bu sene kimlerin katılacağını hayal bile edemiyorum. İstanbullular bu yaklaşık bir haftalık süreç içerisinde edebiyata fazlasıyla doyacaklardır. Tam bir edebiyat şöleni bizleri bekliyor. Konuyla ilgili olan arkadaşlara kaçırmamalarını öneririm.

ULAŞIM

Alana ulaşım İstanbul Büyükşehir Belediyesinin Tahsis ettiği servislerle, belirli noktalardan ve her yarım saatte bir sağlanacak. detaylı bilgiyi Şuradan edinebilirsiniz.

FUAR MERKEZİ


TÜYAP FUAR ve KONGRE MERKEZİ, E – 5 Karayolu, Gürpınar Kavşağı 34522 Büyükçekmece - İSTANBUL
Tel: 90 (212) 867 11 00 - Faks: 90 (212) 886 93 99


6 Ekim 2010 Çarşamba

Bir İnsanı Mutlu Etmenin Verdiği Büyük Haz

     Yoksa zehr olur bu tatlı hayat bir insanı mutlu etmezsen ve ona birini mutlu etme fırsatı vermezsen.
    
     Bu yazıyı yazmak istedim, çünkü Gözde diye bir arkadaşınız varsa ve hani birine bakıp ''Keşke sen de benim senin gözlerinde gördüklerimi görebilseydin'' diye yüzüne söylemek isteyeceğiniz, fakat bunu asla dile getiremeyeceğiniz türden bir arkadaşınızsa bu; gece yapılan sohbetlerde bir haylı karmaşık olabiliryor.

    Şimdi Gözde bu yazıyı okuyunca soracak elbette, ''Neden'' diye. Bu soruya bu gece bir kez daha yanıt verememek istemediğimden, şimdiden yanıtlıyorum. Çünkü Gözde, herkezi bıkmadan usanmadan dinleyebilecek ve onlara mantıklı ve kendinden beklenmeyecek ölçüde olgun çözüm önerileri sunabilecek,( Buraya dikkat gecenin 01.00 inde bile ) yani kısacası arkadaşlarına, çevrelerinde bulunduğu için kendilerini şanslı hissettirebilecek biri. Şimdi biz insanların kusursuz olmadıklarını biliyoruz. Öyleyse soru şu:  Gözde gibi birinin kusuru ne ola ki ? İşte Gözde'nin sorunu bütün bunları kendi için uygulayamaması arkadaşlar.

     Evet az önce yaptığımız terapi havasındaki karışık geyik sonucunda bayağı karlı olduğumu söyleyebilirim. Kendime duyarlı bir eleştirmen edindim. İki konuda daha yardım aldım. Biraz dertlerimi dinlettim biraz çözüm buldum, biraz tevekkül derledim. Dediğim gibi benim açımdan durum çok parlak. Peki Gözde açısından durum nedir? Bilmiyorum ki ? :) Ama bir tahminde bulunabilirim sanırım. Bu yazıyı okuyunca ve sonunda bana bir iyilik yaptığını fark edince oda mutlu olacaktır. Çünkü o bunu kendi için bir mutluluğa dönüştürebilecek güçlü bir kız. Biz buna '' Bir insanı mutlu etmenin verdiği büyük haz '' diyoruz.

     Öneri: Gözde gibi biriyle hala tanışmadıysanız, evet kendinizi kötü hissedebilirsiniz. =)

1 Ekim 2010 Cuma

Göreceli Bir Tercih

     Yan yana bekleyen iki tranvaya doğru yürürken, yolda gördüğünüz alımlı bir bayan, bir anda ona daha fazla bakabilme arzusu ile sırf o soldaki tranvaya bindi diye, sizinde sağdakine binme hakkınızı elinizden alabilir...

      01.10.2010
Zeytinburnu/İstanbul

29 Eylül 2010 Çarşamba

Ne İyi Olurdu Bir Köpeğim Olsaydı Be!


Tamam kabul ediyorum uzun zamandır biraz pesimist davranışlar sergilemiş olabilirim, ama sonunda bunun sebebini buldum. Bütün sorunum meğer bir köpeğimin olmamasıymış. Buna inanabiliyor musunuz?
Düşünsenize bir köpeğim olurmuş. Balıklarıma yaptığım gibi bir ay üzerine titreyip sonra onu tamamen kendi kaderine bırakmazmışım. Arada bir çıkarır dolaştırırmışım. Tuvalete alışana kadar evdeki pisliklerini temizler, temizler dururmuşum. O benden daha iyi beslensin diye bütün paramı en iyi köpek mamalarına yatırırmışım. Geceleri havladığında komşulara: ‘’ Yoo evde bir köpek yok. Dün gece biraz hastalandım üzerinize afiyet sabaha kadar sen öksür…’’ gibisinden yutmayacakları bahaneler söylermişim. Beraber banyo yaparmışız. Sahilde, parklarda, yürüyüş yollarında kız tavlarmışız. Biri bana bir şey dediği vakit, o da ‘’ Hav, ulan uzak dur sahibimden hav ‘’ dermiş. Tek başımızayken pati istediğimde hemencecik uzatır, birilerine hava atmak için ‘’pati ver olum‘’ dediğimde vermezmiş. Kaçıp kaçıp sokak köpekleriyle çiftleşir, sonra da hiç bir şey olmamış gibi eve gelirmiş. Beraber güler, beraber havlarmışız… Ne iyi olurdu bir köpeğim olsaydı be!
Ama ben biliyorum neden yok? Çünkü ilk akvaryumumu kurmadan öncede ‘’ Ne iyi olurdu birkaç balığım olsaydı be! ‘’ diye isyanlardaydım. Sonra balıklarım oldu. Sonra onlara ne olduğunu bile bilmiyorum. Akabinde aynı cümleyle elma salyangozu beslemeye başladım. Neyse ki onlara ne olduğunu biliyorum. Bir gecede öldüler. Ama neden öldüler bu kez de  onu bilmiyorum. Sonra o bir hataydı deyip, bu kez öyle olmayacak deyip ‘’ tekrardan balık beslesem ne iyi olurdu be! ‘’ deyip, yine balık beslemeye başladım. Sonra neyse ki balıklar ölmeden babam başkasına verdi onları.
Kendimi tutuyorum bir köpek almamak için. Almadıkça da,  pesimist pesimist takılıyorum öyle. Belki bu bir bahane, belki bir köpeğim olsaydı da içe kapanıklığım sürecekti. Ama hiç değilse o zaman da,  beraber içimize kapanırdık. Bilmiyorum kararsızım gerçekten ama ‘’ Ne iyi olurdu bir köpeğim olsaydı be! ‘’

29.09.2010
 İstanbul

BİR BARBUNYANIN HİKAYESİ

Bazen bizim evde barbunya pişer. Barbunyanın rakı sofrasındaki meze olarak değeri nedir bilmem ama, akşam yemeklerinde bizim evdeki yerinin pekte önemli olduğunu söyleyemem.
Bazı yemek kültürlerinde zeytinyağlılar ana yemekten hemen önce servis edilir. Bizim evde de durum böyle olsaydı şayet; barbunyada hak ettiğini düşündüğüm değeri bulabilirdi belki. Fakat, ne yazık ki durum böyle değil. Çünkü; barbunya bir zeytinyağlı olmasına rağmen hiçbir zaman fasülye ya da yaprak sarması kadar şanslı olamayacaktır benim gözümde ve bizim evde. Yeri hep makarnadan ya da pilavdan sonra gelecektir. Yemekten alınan hazzın doygunluk belirtileriyle birlikte son bulmasının an meselesi olduğu zamana denk gelir barbunyanın tabaktaki yerini alma sırası. Yani; çorba, ana yemek, makarna, salata derken; annenin ‘’ Birazda barbunya koyayım mı, ister misin ? ‘’ sorusuna karşılık yanıt hep ‘’ yok çok doydum! ‘’ olur. Ve böylece barbunyanın da günlerce sürecek olan dolaptan masaya, masadan dolaba olan yolculuğu da başlamış olur. Bozulana kadar gideeeer-geliiiir! hatta çoğu zaman kimselere çaktırmadan geldiği gibi buzdolabına geri gittiği gibi rivayetlerde dolaşır ev sakinlerinin arasında. Ama yinede bu yolculuk sırasında evin babası göbekteki kot farkından mı yoksa, ‘’Barbunyanın da gönlü kalmasın hadi‘’ diye merhametinden midir bilinmez? Bir kaşık da olsa yemeyi ihmal etmez. Zaten genelde tek yiyende o olur. O da barbunyanın kaderi olan bozulmasına ve çöpü boylamasına engel olamaz ne yazık ki.
Bu bir kısır döngü çünkü; ne annem barbunya yapmaktan vazgeçer ne babam barbunya istemekten ne de barbunya günlerce masaya gelip-gitmekten. Yazık! Olan bedavadan kirlenen borcama oluyor.
                                                                                                                            
 

AŞK ÜZERİNE ÜÇ PARAGRAF

Aşkı anlatmak zor iştir. Herkes hayatında bir kez de olsa aşık oldum sanır. Aslında aşkın gerçekte ne anlama geldiğini ise kimse bilmez. Bu yüzden de herkes kendince farklı anlamlar yükler Aşk'a. Ve böylece o, yazılışı da, telaffuzu da oldukça basit olan üç harfin yaradılış amacını aşarak, kendi mana havuzunda derinlere yolculuğu son bulmamacasına başlamış olur. Herkes abartısız kendince çorbaya bir tutam tuz eker.
Kimilerine göre aşk, Mecnun'un Leyla'sına duyduğu türden biraz delilik barındırmalıdır. Kimilerine göre ise, sevdiği için dağları delmektir. Kimilerine göre bir midye kabuğunda iki kişidir aşk. Kimilerine göre ise, ''Keşke Romeo'nun Julliet'e olan hisleri karşılıksız olsaydı da...'' dedirtircesine platonik olmalıdır. Kimine göre çekirdek bir ailedir aşk. Kimine göre ise, kendi suretidir. Kimine göre tabiattadır aşk. Kimine göre ise, hak yolunun sonundadır. Kimine göre henüz senesi dolmadan heyecanı biten bir oyundur aşk. Kimine göre ise, bir asırdan da öte. Kimine göre, sadece sakızlardaki çocuk ve kızın konuşma baloncuklarına tüm samimiyetinle katılmaktır aşk. Kimine göre ise '' Ulan o kızın gözü yükseklerde sana bakmaz, acı verir '' diyen arkadaşına: '' Olsun abi, bu acı çok tatlı '' diyebilmektir. Kimine göre... Görüldüğü üzere, bu listenin bile, o üç harfe inat alabildiğine uzamaya ne kadar hevesli olduğu, bu mana havuzunun da derinliğine bir işaret olsa gerek.
Aşkı yaşamanın mı yoksa, onu anlatmanın mı zor olduğu aslında tam bir muamma? Acaba, doğru olan manası bu denli derin olan bu konuda kafa yormak yerine, sadece Sezen' in dediği gibi yapmalıda, ''Aşk için ölmeli...'' mi de, mevzuya direk manşetten mi giriş yapmalı? Fakat, sonuç ne olursa olsun aslında yalnızca üç harftir AŞK ve tek haldir AŞK; derinlerde de gizlenmiş olsa, kendini tüm varlığıyla hissettirmişte olsa, hep vardır AŞK.

30.03.2010
   Silivri

BİZATİHİ İLK MEKTUP

Sevgili...
( Daha önce hiç kendime mektup yazmamıştım. O yüzden '' Sevgili...'' deyip bıraktım. '' Sevgili Ben '', '' Sevgili Kendim '' cok anlamsız. Ne diye başlanır ki bir mektuba, eğer kendi kendine yollayacaksan? Doğrusunu yaptım sanırım, en azından öyle yaptığımı düşünüyorum. ) ( İşte başlıyoruz... )
Bu sana yazdığım ilk mektup. Sonuncusu olup olmayacağı hakkında ise hiçbir fikrim yok. Bittikten sonra tadı damağıma nasıl yerleşir bilmiyorum. Bu mektubu sana yazıyorum çünkü; Yalnız kaldığını sanıyorsun ve bu yalnızlığının ise ötesi olmadığını. Sonra bir şiir okuyorsun Özdemir Asaf' tan ve diyor ki;

 YALNIZLIK

Yalnız kaldınız sanırsınız,
Biliyorum.
Yalnız bırakılmışsınız
Biliyorum
Ötesi yok.

Ötesi var;
Yalnızlık
Müziğin bile seni dinlemesidir.
Yalnızlık
.İnsanın kendi kendine mektup yazması.
Ve dönüp-dönüp onu okuması,
Yalnızlığında ötesidir

Nasıl da hissettiklerini anlatıyor. Sanki sana yazılmış değil mi? İşte sana bu mektubu yazıyorum çünkü; Yalnız değilsin, ben varım. Ve ben aslında senim. Biliyorsun. Belki de yalnızlığın ötesinde yalnız olmamak vardır ne dersin? Bu yüzden de, eğer bu mektubu tamamlayabilirsem ve Özdemir Asaf' ın dediği gibi yalnızlığın ötesine geçebilirsen orda yalnızlığın olmadığını göreceğini ve bir daha yalnızlık çekmeyeceğini umuyorum. Çok basit ben mektubu tamamlarım, sen okursun, bir daha ve bir daha çok kezler okursun. Böylece denklemdeki bütün bilinmeyenleri yerine yazmış oluruz. Sonrası? Sonrasını bende bilmiyorum. Bunu öğrenmek için sanırım, önce mektubu tamamlamam gerekecek. Bekleyip göreceğiz...
'' Nasılsın? '' gibi şeyler sormamı beklemiyorsun herhalde. Bilirsin seni iyi tanırım. Ve bu aralar pek te iyi hissetmediğini biliyorum. Korkmuyorsun ama, endişelisin. Beklemek tedirgin ediyor seni; Mektup beklemek, ziyaret beklemek, telefon beklemek, o günü beklemek ve yarını beklemek hepsi zor geliyor değil mi? Beklerken sabırsızlanıyorsun, ama iyi tarafından bak böylece sabrı öğreniyorsun. Hem geçenlerde gelen mektubu bir düşünsene, ne kadar mutlu olmuştun. Nede olsa uzun süre beklemiştin o mektuba sahip olabilmek için. Kimden geldiğini söylemeyeceğim, çünkü çok iyi biliyorsun. Zaten yüzünün gülümsemesinden belli. Gerçekte yalnız olan, gülümsemeyi de unutmaz mıydı şimdiye çoktan? Sayısı çok fazla değil kabul ediyorum ama, aldığın mektuplarda zaman zaman da olsa hatırlandığını göstermez mi? Değil mi ki dostların bir elin parmağını geçmeyecek kadar kaldılar? Değil mi ki bu seni üzüyor? Fakat bilmen gerek '' Az '' da olsa '' Hiç '' değiller. Boşuna üzülüyorsun onlar seni unutmayacaklar. Hem sonra ailen var. Şimdiye kadar ne yaparsan yap hep yanında olmadılar mı? Ve hepte olacaklarını adın gibi biliyorsun. Zaten adını da onlar koymuştu. Buna rağmen hala yalnız olduğunu düşünüyorsan, aynaya bak derim. Bak ve beni gör. Bak ve Allah'a inan.
Ve işte yavaş yavaş mektubumun sonuna geliyorum. Hala yalnız hissetmiyorsundur umarım kendini. Ama ille de bir parça var diyorsan, kaldır kafanı semaya bak. Biliyorum şuan da bulunduğun yerden bunu yapman biraz zor. Ama olsun zorla kendini. Sonra yıldızları seyre dal. İstersen bir de dilek tut! Ne kadar çoklar fark ettin mi? Şimdi birde farkına var aynı gökkubbe altında ne çok insan var, ne çok nefes. Yıldızlar misali... Düşün ki, çok uzaklardan o yıldızlara bakıyorsun? Bu mümkün de, çok uzaklarda birinin seni düşünüyor olma ihtimali mi düşük sence? Sen o yıldıza bak! Her yalnız hissettiğinde bak! Ve birilerinin hatırına geldiğini bil. İşin daha kolay olacaktır. Bu arada merak etme gündüzleri unutmadım. Gündüzleri de Güneş' e bak! Ama bunun altında bir şey araman gerekmiyor. :) Güneş güzeldir sadece. Işıl ışıl içini ısıtır insanın. Eh malum insan bu kadar yalnız olmadığını hissedince, birazda yalnız kalmak ister. Sende gündüzleri güneşle beraber yalnızlığın tadını çıkar. Bir tanede kitap alırsın yanında. Bu da benden sana küçük bir mutluluk tüyosu olsun. Kendine çok iyi bak. Canın ne zaman sıkılırsa ben hep buralarda olacağım. Ama yinede sakın unutma, ben aslında senim ve ne biliyorsam bileyim, aslında sende biliyorsun. Sadece hayal et! Selametle...
İşbu mektup bir mhkm un kendi kendine tesellisinden ibarettir.


14.05.2010
SİLİVRİ

Vicdan

     Herkeste var biraz. Ondan kaçış yok! Vicdan sahibi çabuk kanar. Merhamet getirir vicdan. Bir çok kere kirlenir. Acıma duygusu katar. Sonrası pişmanlık, kaybediş. Ama asla akıllanmaz vicdan sahibi. Peki ya daha sonra...? Daha sonrası hep kısır döngü! Hep kaybeden taraf olmak.

Silivri'10

28 Eylül 2010 Salı

Yarın Hayatın Son Günü ( DÜŞÜNCE )

.....Yarın gün dönümü var. Elbette bu iyi bir şey olmayacak. Bir şeyler ters gidecek; ne zaman düzgün gitti ki?
.....Değil mi ki hayallerimiz imkansızları oynadıkları için, umutlarımız çok zayıf ? O halde yarın bir umut daha bitap düşecek ve bir hayal daha gerçekleşemeden bitecek.
.....Zayıf umut varsayımları, güçlü olumsuz olasılıklara yenilecek yarın. İşte bu yüzden yarın bu hayatın son gününde yeni bir hayat başlayacak…

27.09.2010
 İstanbul

16 Eylül 2010 Perşembe

Nazım Hikmet ve Günahlarımız

Sayın Türk Halkı,
Ben henüz 18’ime basmadan ve henüz lise 1. sınıfa giderken, o günlerin verdiği toylukla bilirsiniz hani şu filanca kuruluşların, filanca gurupları vardır onlardan birine gidiyordum. Birkaç seminer sonra öğrendim ki, bir seminerin konusu Nazım Hikmet hakkında. Şimdi anlıyorum ancak o gün, o seminere başlarken ‘’ Nazım Hikmet Ran şerefsizi…‘’ dendiği an çekip gitmeliydim, daha sonra değil.
O gün o tepkiyi veremediğim için hala kendime kızıyorum, fakat anlamadığım şu: Ölmüş bir adamı yıllar sonra bile hala birilerine kötü olduğuna inandırmaya çalışmanın amacı nedir? Bundan ne umulabilir ki? Yani bir şairin, ülkenin gidiş hattını değiştirmede ne gibi bir etkisi olabilir ki? Hele de, 1937 yılında yargılandığı mahkemece hüküm giymesine sebep olan üstüne atılı ‘’ Donanmayı isyana teşvik ‘’ gibi son derece ciddi bir suçlamadan söz ediyorsak.
Askerler darbe yaparlar. Politikacılar yasa çıkartırlar. Bunlar etkiler ama bir şair, üstelik ressam olan bir şair, iyilik ve güzellikten başka ne katar bir ülkeye de, arkasından mahremiyet sınırları çiğnenerek bir şeylere malzeme olarak kullanılmaya çalışılıyor. Biz ne zaman bu hale geldik? Ve size tüm kalbimle söylüyorum bunları diyenlerde, zamanın da onlara bunları anlatanlardan duyduklarını söylüyorlar. Hakkında hiçbir araştırma yapmadıklarından eminim. Bu daha da acı. Ölmüş bir adam ve yıllar sonra bir yerlerde birilerine ‘’ Bu adam kötüydü aklınızda bulunsun bir yerde konusu açılınca ona şerefsiz deyin. ‘’ deniliyor. Eee… peki ellerine ne geçiyor? Lütfen biliyorsanız bunun cevabını verin bana da, biraz daha aydınlanayım.
Sanırım dünya git gide daha kötü bir yer olmaya devam ediyor. Ama en çokta neye üzülüyorum biliyor musunuz? Birisi, bir diğeriyle tamamen karşı düşüncede de olsa en azından bunu kendisi keşfetmiş olsun. Kendi doğrularına kendisi karar vermiş olsun. Başkalarının doğrularını hayatı pahasına savunmasın hem de ne anlama bile geldiğinin farkında olmadan. Aksi halde bu cehalet değil de ne olur? Allah bizi cehaletten korusun. Ülkem için en hayırlı duam bu.
                           

21.08.2010
  İstanbul