NIETZSCHE AĞLADIĞINDA BEN GÜLÜYORDUM








30 Aralık 2011 Cuma

YILBAŞI PİYANGOSU BANA ÇIKARSA

Hayatımda ilk defa kendim için bir şeyler umut ederken eylemde bulundum ve bir piyango bileti aldım. İnanmak başarmanın yarısı diyorlar ya. Bence tamda salaklara göre bir cümle bu. İnanmak başarmanın yarısı falan değil. İnanmak, hayal kurmaya başlamanın ilk adımı.

Bende önce piyangonun bana vuracağına inandırdım kendimi. ( Tam olarak inanmış değilim tabi. Çalışmalarım sürüyor günde en az üç kere kendime telkinde bulunuyorum kazanacaksın diye ) Sonra başladım hayal kurmaya. Şimdi bu para bana çıkarsa ne yapacağım ? Hemen altıma maserati çekmeyeceğim tabi. O zaman bana çıktığı çok belli olur. =))

Sonradan görme gibi şimdiye kadar kurduğum hayalleri çöpe atıp, paranın büyüsüne kaptırmamayı düşünüyorum kendimi evvela. Ezelden gelen hayallerime yer vereyim diyorum. Benim o makul hayallerim.

Hepsini yazamayacağım ama ilk 5  listesi yapabilirim.



Mesela birincisi, şöyle İspanya'ya, Madrid dolaylarına uzanıp, bir El clasico izlemek şahane olurdu. Playsitation'da oynaya oynaya Messi'nin 3D olduğuna falan inanmaya başladım çünkü. Yakından görmem şart. Hem gitmişken Arda'nın üzerine boğa salarım belki. Düşününce eğlenceli geliyor. Nasılsa bok gibi param olacak.



İkinci olarakta Mısır gezisi olabilir. Dünyada görülmeye değer şeylerin 3'te 1'i Mısır'daymış hem. Şöyle güneş batarken çölde deve üzerinde bir tura çıkmak, İskenderiye Feneri'nde içmek demiycem çünkü, ülkeye canlı dönmek istiyorum yapacak çok şey var daha. =)) Piramitleri avcumun içinde tutarken fotoğraf çekinebilirim mesela. Çok şapşalca ama herkes hayatta bir kere bu foto hilesini yapmalı bence. Ordanda Marakesh, Casablanca falan bir Fas yapar geri dönerim.



Üçüncü olarak kocaman bir arazi satın alırdım. Bol yeşillik içinde, koca bir ev-kütüphane yaptırırdım. Şöminesi de olurdu. Ahşap ve eski taş duvarları olurdu. Mistik bir havası. İngiliz mimarisi. Şöminenin karşısında, kahve içerken kitap okumanın dayanılmaz hafifliğini iliklerime kadar hissederdim. Her zaman değil tabi. Hayata küsmek için daha erken. 50 den sonra kendimi oraya kapatmayı düşünebilirim ama.

( Buna uygun bir resim bulamadım. Aslında aramadım da. =)) )



Dördüncüsü en az bir yıllığına Amsterdam'a yerleşirdim. Yel değirmenleri ülkesi. Sular altında kalmadan önce bu ülkenin tadına varmak istiyorum. Sakal bırakırdım. Kapri giyerdim. Bisiklete binerdim. Yel değirmenlerinin altında içerdim. Her gün içerdim. Ne bulursam içerdim ama. Partiler verirdim sonra. Eğlenceli olurdu. Bir yıl Amsterdam'da yaşanır hertürlü. Ömrümün sondan 5 yılını burada 1 yılda seve seve tüketirdim anlayacağınız. Ama belki sonbahar için İstanbul'a gelebilirdim. Çünkü sonbahar en güzel İstanbul'da yaşanır.



Beşinciye'de Venedik'te akşam spagetti yemek diyorum. Basit ama etkili. =)) Mam ma mia yani anlayacağınız.



Daha o kadar çok şey var ki, utanırım anlatamam.

Tabi bu arada ev, araba falan alıyorum. Ailemi ihya ediyorum. Kimsesizlere, muhtaçlara yardım yapıyorum. Eğitimime harcıyorum. Hepsine olmasa da ''Tamam lan çıkarsa eğer sana da şunu alacağım.'' Diye söz verdiklerimi yerine getiriyorum. Bunlar bankolar zaten.

Daha neler neler...

Not: En kötü 50.000, 100.000 bine falan da razıyım. =))





29 Aralık 2011 Perşembe

Platonik Megoloman

Bu evren benim için yaratıldı.
Sırf ben gezinebileyim diye sokakları yapıldı.
Yalnız kalmayım diye diğer insanlar.
Sonra bir de sen varsın tabi.

Aşık olayım diye sen yaratıldın.
Şimdi oralarda bir yerlerdesin.
Sahi neredesin?
Keşke dünya bu kadar karmaşık bir yer olmasaydı.
Sen olsaydın.
Bir de ben.
Tabi sokaklarda...

18 Aralık 2011 Pazar

BAZEN BİR SAYFAYA BEDELDİR TEK BİR CÜMLE

Şimdi ben buraya affetmek konusunda bir sayfa dolusu örnekleme yapardım fakat, bu sefer kolaya kaçacağım sanırım. Ve anlıyorum ki; Bazen bazı konular hakkında sayfalar dolusu şey yazarak, anlatmak istediğinizi okuyucuya kolay yoldan ve tam anlamıyla geçirebilirsiniz. Bazen de tek bir cümle ile zor yoldan başarabilirsiniz.

İşte O tek cümlelik, sayfalara bedel özdeyiş:

Affetmek için iki kişilik erdem lazım. ''Hem onu affetmek, hem onu affettiğin için kendini affetmek.'' (Orson Welles)

13 Aralık 2011 Salı

Cehalet Mutluluktur.

     ''Her hangi bir, iki bacağın arasından çıkıp, dilediğin yumurtalığı seçemiyorsan eğer, hangi özgür hayattan bahsediyorsun? Örneğin, babanın o prezervatifi kullanmaması senin elinde miydi? Değildi. Bir araya gelen milyonlarca ihtimalin olasılıklı bir birleşimisin sen. Annenle babanın tanışmasından söz ediyorum yani. Hey sana söylüyorum anlıyor musun beni?'' diye isyan etti adam. Çocuk, adama  böyle düşünmesinin sebebini sorduğunda ise, bir iki saniye çocuğun yüzüne anlamsızca baktıktan sonra, yanıt vermeden atladı açık olan pencereden.

     Çocuk yerde hareketsizce yatan adama bakarken, az önce onun söylediği cümleleri aklından geçirdi ''...Annenle babanın tanışmasından söz ediyorum yani...''. ve annesi ile babasının kendisini bebekken terk ettikleri, bu yüzden de onları hiç tanımadığı için memnun oldu. Sonra yatağına dönüp uykuya daldı.

     Özgürlük çocuk için hiç bir şey ifade etmiyordu.Adamın söylediklerinden tek kelime dahi anlamamıştı. Gerçekte ne anlatmak istemişti, niçin intihar etmek istemişti, hiç bir anlam veremedi. Bu yüzden de çoğu insan gibi bütün söylediklerine kafa yormak yerine, sadece son söylediği cümleyi düşündü. O asla böyle bir şey yüzünden hayatına son vermezdi. Cehalet onun en büyük silahıydı. Cehalet onun için mutluluktu. O bunun farkında olmasa bile...

     Özetle; Cehalet gerçekten mutluluktur. Sorgulamadan ve amaçsızca yaşanan bir hayat gerçekten çok uzun sürebilir. Boş ama mutlu bir hayat, boş ama uzun bir hayat.

 
 

2 Aralık 2011 Cuma

DİN KATLİAM YAPMAMIZI MI EMREDİYOR?

   

     Bu resme facebook üzerinden bir sayfada rastladım ve kendimce konuya bir yorum getirmek istedim. şu sayfadan bakabilirsiniz. bayağıda bir üyesi var.

     Nedeni basit, çünkü biz insanlar bir şeyler yemeden hayatta kalamayız. Bitkiler de canlı o halde onları da yemememiz gerekir. (Buğday,pirinç vs.) Bu durumda geriye yemek için taş ve topraktan başka bir şey kalmıyor. Hatta içtiğimiz suda da canlı bakteriler var, belki onları incitmemek için su da içmemeliyiz ha?

     Tabi öte yandan insanların bu durumu kullanarak bir hayvan katliamı yapmamaları içinde, Kur'an'da enam suresinde belli başlı hayvanların adı geçiyor yemek için. Koyunda bunlardan bir tanesi. Hepsi bu yaşamın sürekliliği için bu şart. Doğada her gün avlanan hayvanlar var. Bunu yapmalarını onlara içgüdüleri söylüyor.

     Bu yüzden de bu resmi yapan parlak zekalıya soruyorum; biz ne ile besleneceğiz? Ve kendisi hayatı boyunca hiç et yememiş mi?

     Yine aynı zeka küpüne bir de şu soruyu sormak istiyorum; yılan falan mı yiyelim? Ne de olsa o sevimli bir hayvan değil. Belki bu bizi daha az cani yapar.

     Benim şahsi fikrimi soracak olursanız: Bir insan illede Ateist ya da agnostik olacağım diyorsa da, bundan daha akıllı bir beyne ihtiyacı olmalı.

     Sonuç olarak; Kurban bir katliam değildir. Adolf  Hitler'in Almanya'da gaz odalarında yahudilere yaptığı şeyin adı katliamdır. ABD'nin 1968'de Vietnam'da ve yakın tarihte Irak'ta yaptığı şey de katliamdır. Avrupalıların elmas ve altın için, Afrika'da yaptığı şeyin adı da katliamdır. Fakat, kurban bayramı katliam değildir.

21 Kasım 2011 Pazartesi

Sayın Başbakan Alim mi Olacaksın, Zalim mi Karar Ver?

     Ne güzel söylemiş Nazım Hikmet ''...Ne ölümden korkmak ayıp, ne de düşünmek ölümü...'' diye. Hepimiz ölümlüyüz. O kadar ölümlüyüz ki, hepimiz bir gün ölmek için yaşıyoruz. Sultan Süleyman'a kalmayan bu dünya sana mı kalır sanırsın sayın Tayyip Erdoğan!

     Öyle ise senelerdir dinmeyen bu öfkenin kaynağı nereden geliyor? Sen en güzel ekmekleri ye diye, didinip en güzel buğdayları yetiştiren o çiftçi, hayatta yapabileceği tek işi de elinden gitmek üzere olan o çiftçi, kapına yardım dilenmek için geldiğinde hangi öfkenin kaynağı kovdurdu sana onu?

     Oysa öfkeni dizginleyip, zekanın üstün geldiği zamanlarda; ne güzel yollar yaptın duble duble, ne güzel reformlar yaptın sağlık sektöründe, insanların aklında bir gün tekrar kendi otomobillerini üretebilecekleri fikrini yeşerttin, Davos'ta ezdirmedin halkını, Türkiye'nin İsrail egomanyasına boyun eğmeyeceğini ispatladın tüm dünyaya.

     Hataların olmadı mı? Tabi ki oldu. Karış karış tüm kar elde eden şirketleri para uğruna, belki birazda peşkeş çekmek uğruna yabancı sermayeye özelleştirdin. Yakınlarına çıkar için rant sağladın. Senden olanı ihya ettin, olmayanı aforoz ettin. Ötekini çok sevdin, berikini hiç sevmedin. İyi bir baba oldun ve oğullarını çok sevdin.  Ama onları bu kadar severken bile aralarında ayrımcılık yapmaktan kaçınmadın. Birinden kockoca Bim'i esirgemezken, diğerine ufacık bir gemicik aldın. Ama en çok kendini sevdin, O kadar çok sevdin ki kendine Atagold'u ( Atasay ) hediye etmeyi bir borç bildin.

     Tüm bu eksileri ve artıları birleştirdiğimizde, ortalama nötr bir durum çıkıyor. Yani hala bir umut var.

     İşte tam bu noktada da, gün karar verme günüdür sayın Başbakan. Şu halde iyice düşünüp, taşınıp cevap vereceğin tek bir sual vardır; Çok geç olmadan seçimini yapmalısın.

     Alim mi olacaksın yoksa Zalim mi? Zira üzerinde yürüdüğün ip kıl kadar incedir. Düştüğün taraf bir ülkenin kaderini belirleyecek olan taraftır kanaatindeyim.

     Belki sana verilen hediyeler kadar pahalı değil ama, kabul buyurursan sayın Başbakanım, bende naçizane Mevlana'nın şu sözlerini armağan etmek isterim: '' Gönlü ışık yakmayı, aydınlanmayı öğrenen kişiyi güneş bile yakamaz. Gündüz gibi ışıyıp durmayı istiyorsan, geceye benzeyen benliğini yakıver.''

29 Ekim 2011 Cumartesi

''KÜRT'' LERİNDE HAKLARI VAR!

     Ben Türk bir ailenin Türk bir evladıyım. Fakat daha geriye baktığımda, her ne kadar somut bir ize rastlayamasam da, atalarımın Türk olmadığı gibi bir hiss-i kablel vukuya sahibim. Belki ermeni, belki kazaklardır kim bilir. Kanımca, sonrasında bir şekilde atalarım asimile olarak Türk'lüğü benimsemişler. Bu benim soyum ile ilgili spesifik bir durum değil yalnızca. Ne yazık ki; Türkiye'de bir çok aile ferdi için durum aynı. Geriye dönüp baktığınızda bir çoğunuz bana hak verecek sinizdir. Kaç kişinin soyu Osman Bey'e dayanıyor? Fakat bir de öyle bir halk var ki azınlık olamayacak kadar çok, asimile olamayacak kadar da, soylarını tanıyorlar. İşte bu halk Kürt halkıdır.

     Şimdi tarihin tozlu raflarından gelmiş bir kaç bilgiyle olayı irdeleyelim. Kürt halkı neden öfkeli?

     Sanırım Türk'lerin Asya'dan başlayarak, hazar gölünün yanından doğru güney yarım küreye doğru yola koyulduklarını, orada Araplarla tanışıp müslümanlığı kabul ettiklerini daha sonra ise Anadolu'ya geldiklerinde bu gidişe bir dur diyerek yerleşik hayata geçtiklerini bilmeyen yoktur. Kim bilir belki biz gelmeden Kürt halkı gelmiştir önce, onlar hoşgeldin demek için karşılamışlardır bizi.

     Yıl 19 mayıs 1919. Milli mücadelenin başladığı yıllar. Siz zannediyor musunuz ki, o yıllarda şimdiki gibi orduyu uçaklarla, arabalarla bir yerden bir yere nakil etmek mümkündü? Devletin kasasında ilaç alacak para dahi yokken, ben bunun mümkün olacağını zannetmiyorum. Zaten olmadı da. O zamanlar tüm yurt harp ediyor. Ruslarla iş birliği yapan ermeni halkını saymazsak, herkes kenetlenmiş durumda. Türkler bir yandan Çanakkale'yi ve tüm batıyı savunurken, Kürt halkı da, aynı hasretle doğuyu düşman işgalinden kurtarmak için savaşıyor. O gün düşmanın Çanakkale'yi geçmesiyle başımıza gelecekler, doğu kanadının yıkılmasıyla da pekala gerçekleşebilecekti. Batı ne kadar Türk kanıyla sulanmışsa, doğuda bir o kadar Kürt kanıyla sulanmıştı.

     Milli mücadele Mustafa Kemal Atatürk'ün önderliğinde meyvelerini veriyor ve düşman dört bir yandan terk-i diyara mecbur bırakılıyordu.Ancak asıl büyük değişim, Kürt meselesinde yaşanacaktıM. Kemal Paşa aynı günlerde İzmit Kasrı'nda gazetecilerle yaptığı sohbette "O halde hangi livanın (ilin) ahalisi Kürt ise onlar kendi kendilerini muhtar (özerk) olarak idare edeceklerdir." demişti. ve Yine İzmir İktisat Kongresi'nde, nufusa oranı %20 cıvarında olan kürtler için; Kürtler bu ülkenin asli unsurudur. Azınlık kabul edilemez ve yok sayılamazlar. En az onlarda Anavatan'ın kurtulmasında, Türk'ler kadar mücadele etmişlerdir... gibi sözler sarf edilmişti. Ne de olsa, bu topraklara, sanırım aynı renkte olduğu için seçilemiyor ama, Türk kanı kadar, Kürt kanıda akmıştır. Buraya kadar her şey güzel, fakat ne oldu da, daha sonra işler bu raddeye geldi?


     Daha sonralarda gelen hiç bir hükümet Türk halkından başka bir halkı bu topraklarda tanımadı. Oysa ülkenin doğusunda can veren binlerce Kürt askeri adına, Onların tek isteği biraz vefa idi. Yıllarca dillerini konuşamadılar, kendi dillerinde eğitim alamadılar, kendi televizyonlarını izleyemediler. daha bir çok istekleri fazla görüldü ve reddedildi. Asimile olmadıkları, asıllarını inkar etmedikleri için mi her sabah andımız okunurken, Türk'üm, doğruyum, çalışkanım... dedirtiliyor. Her sabah bana da Kürt'üm,doğruyum,çalışkanım dedirtselerdi, bende rahatsız olurdum her halde. Türk olmak güzel, andımız güzel, fakat kendimiz dışındaki diğer kültürleri yok sayarak yaşamaya devam etmek, hiç bir etik kurala sığmaz. Bunu söylerken elbetteki azınlıkları kastetmiyorum. Azınlık sayılmayacak kadar etken olan Kürt halkını kastediyorum yalnızca.


     Burada ki ince ayrıntı; lazı var, çerkezi var muhabbeti değil. Nufusun %20 sine tekavül eden, bu ülke için en az bizim kadar kanı dökülen bir halkın görmezden gelinmesi, daha kötüsü sonsuza dek sindirilmeye çalışılması. Asıllarını unutmadıkları için kimse onları suçlayamaz. Öyle ki, Küetlerin bu topraklarda verdikleri bağımsızlık mücadelesi, Kuzey Irak'ta da Taliban önderliğinde gerçekleştiriliyor.


     Bir takım hakları onlara sağlanmalı. Tabi ki bu toprakların sınırları yeniden çizilerek Kürdistan diye ipe sapa gelmez bir düşünceni kabulu mümkün değil. Fakat özerklik fikri, sıcak bakılacak bir fikirdir. Buradaki kürtleri değerlendirirken PKK yandaşı olanları tenzih ediyorum. İşleri terörle değil, demokrasiyle çözmek taraftarı olan Kürtleri kastediyorum. Burada bahsettiğim Kürtler, Türkiye Cumhuriyeti'ni vatan kabul etmiş Kürtlerdir. Ezici üstünlüğümüzü diktatörlüğe ve faşizme dönüştürmek akla yatkın değildir.


     Dediklerim gücü elinde tutan, salt çoğunluğu oluşturan bir millet için anlaşılması güç gelebilir. Bunu aşmanın yolu ise sadece biraz empati kurmaktan geçiyor. 


     Biz bu topraklara göçerek geldik. Bu topraklar için can verdik. Fakat bu toprakların sahibi biz miyiz? Daha önceleri başka bayraklar dalgalanıyordu, bugün bizim şanlı bayrağımız, yarın kim bilir kimlerin bayrağı. Kudüs sayısız kez el değiştirdi, keza İstanbul'da öyle. Bunları ben söylemiyorum. Tarih söylüyor.


     Atalarımız ne demiş: Eski dosttan düşman olmaz! Bu sorunların çözümü masa başında yer alıyor, Dağlarda değil.


     Ve son olarak demek istiyorum ki; Dökülen şehit kanlarında, bu sorunları açan Kürtler kadar, onları görmezden gelen, olayları bu raddeye getiren tüm Türk demokratlarında payı vardır. Şimdi pazarlıklar yapılıyor, bazı haklar gecikmelide olsa Kürt halkına tanınıyor. Peki madem bu haklar verilecekti, geçmişte yeteri kadar sulanmadı mı ki de, bu kadar şehit kanı bulaştı bu topraklara?
     

20 Ekim 2011 Perşembe

Bu Ne Yaman Çelişki Böyle ?

     Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti, İsrail ile olan ilişkilerini katiplik düzeyine çekmiştir bunun üzerine İsrail hükümeti alenen PKK ya destek vereceğini belirtmiştir.

     Türkiye Cumhuriyeti ile Amerika'nın dolayısıyla da, Recep Tayyip Erdoğan ile Barrack Obama'nın arasından su sızmıyor. PKK, Irakta koğuşlanıyor. Irak, çoktan Amerika'nın himayesine girmiş durumda. Dolayısyla PKK, Amerika'nın kanatları altındaki Irak'ta koğuşlanıyor. Recep Bey ve Obama'nın araları bu kadar iyi olmasına rağmen, Irakta dilediğimiz gibi borumuzu öttüremiyoruz. Yani: Amerika'nın Irak'ında PKK kol geziyor. Amerika buna müsade ediyorsa bizim düşmanımız olması gerek. Fakat, aksine her alanda Amerika ile müttefiğiz. Madem müttefiğimiz o halde neden Irak topraklarında, PKK ile mücadelemize, burun kıvırarak onay veriyor?

     Diğer yandan Amerika bize silah satıyor. Resmi olmayan kaynaklara göre Amerika, PKK'ya da silah satıyor. Ya da İsraile satıyor, İsrail Hükümeti'de bunları PKK ya satıyor. Yani, dolaylı yoldan Amerika, PKK'ya satıyor.

     Amerika'nın dünyanın her yerinde başlattığı savaşlarla beslendiğini biliyoruz, çünkü milli gelirinin büyük bir kaynağı, Ürettiği savunma ve saldırı silahlarının satılması sonucu elde ediliyor. Bütün bu parçaları birleştirdiğimizde geriye tek bir soru kalıyor: Bu ne yama çelişki böyle? Amerika ne istiyor? Irak'a sahip. Bizle arasını iyi tutmak istiyor, fakat bir türlü Irak topraklarında, PKK için tam donanımlı bir saldırı düzenlememize müsade etmiyor. Neyin peşinde?

     Savaştan ve yalnızca savaştan beslenen bir ülke neyin peşindeyse, işte Amerika'da onun peşinde. Bu kan aktığı sürece, Amerika bundan her zaman çıkar sağlayacaktır.

     Tabi ki bu bir teori. Gerçekleşmesi güç, fakat olması da muhtemel bir senaryo. Türkiye, Irak, Amerika, İsrail arasında yaşanan bir ''Meksika açmazı'' adeta.

     Burada olan arada kalan Türk ve Kürt halkına oluyor.

     Burada olan yüreği yanan şehit analarına, babalarına oluyor.

     Kıssadan hisse: Filler tepişiyor, çimler eziliyor.

6 Ekim 2011 Perşembe

BERNA VE FERHAT TAHLİYE OLDU!




     Bence bizim Berna ile Ferhat'ın isyanı Steve Jobs'ın ölümüyle güme gidecek gibi gözüküyor.Berna ve Ferhat biz parasız okuyalım diye ceza yatmayı göze aldılar. Jobs'da i-phone u yaptı. Hadi çık bakalım şimdi işin içinden. =)) O zaman şöyle yapıyoruz. Okul harçları kalkarsa boş yere yatmadınız diye Berna ve Ferhat'ı anıyoruz. Sonra gidip hemen bir i-phone alıp boş yere ölmedin diye Steve'i anıyoruz. Sonra da heralde oturup ağlanacak halimize güleriz.


    Şaka bir yana...

     Ferhat ile Berna serbest evet ama, hala adaletimizin bir yanı insafsız ve karanlıkta kalmış. Öyle ki; 19 ay sonra yüce divanımızın yüreği sadece ''TAHLİYE'' ye el vermiş. Bu da demek oluyor ki 15 yıl istemi ile yargılanmaları devam ediyor. Bu bir beraat değil. Şimdi biz kalkıp buna da mı şükür diyelim yoksa, Tahliyeyi büyük bir lütuf gibi merakla bu davayı izleyen insanlara sunan adaleti, alın gözünüze sokun mu diyelim? Kendi insanına, öğrencisine bunu yaptıran kişilerin bu öfkesinin kaynağı nedir çok merak ediyorum!

     Unutmayalım ki, Tahliye demek Beraat demek değil. Hala Adaleti gerçek anlamda tecelli ettirecek hür bir yargıya sahip değiliz!

3 Ekim 2011 Pazartesi

CAMILIA ŞİLİ'Lİ BERNA TÜRKİYE'Lİ BİR KIZ

Camila Şili'li bir kız. Ayaklanmaların sembolü. Bugün ''Parasız Eğitim'' için başlattığı ayaklanmalar sonucunu verdi. Şili Milli Eğitim Bakanı ile anlaşmaya varmak için masaya oturdu.
Berna Türkiye'li bir kız. Bügün ''Parasız Eğitim'' isteğiyle açtığı pankart yüzünden 17 aydır ceza evinde tutuklu. 15 yıl ceza istemi ile yargılanıyor.
İşte Camila ile Berna'nın aralarındaki kıldan ince,kılıçtan keskin bağ bu.

27 Eylül 2011 Salı

Sanal Olan Hayatsa, Gerçek Çok Sıkıcı!

     Nedir bu sanal alemin kralı durumu? Nedir yani? İnsanın yazarken özgür olması mıdır yoksa, düşünerek yazmak için yeterince vaktinin olması mıdır sebep? Sanal alemde konuşkan,sempatik,anlayışlı insanların, yüz yüze iken dut yemiş bülbüle dönmelerinin sebebi nedir? Aslında çok kısa açıklanabilecek bir sebebi var bu durumun.İşte o sebep kişi başına düşen buluşma oranını 80 li yıllara göre yüzde 300 kadar arttırmıştır.*

     Sanal-sosyal alemde çok iyi anlaştığın insanlarla, yüz yüzeyken konuşacak iki kelimen yoksa ne anlamı var ki arkadaşlık etmenin? Demek ki neymiş; insanları sanal kimliklerine göre değerlendirmemek ya da yargılamamak lazımmış.

     Yazarken daha özgürsün, dilin sürçmez, programlanan sımaylar sayesinde istediğin yüz ifadesine bürünebilirsin, ses tonun karşındakinin hayal gücü kadar güçlüdür, fotoşopla mükemmel gözükebilirsin, google ile kültür mantarına dönüşebilirsin  vs. Ama gerçek hayatta ve yüz yüzeyken bir insanla, sadece kendin kadarsındır!

     İşte sanal alemde ilgimizi çeken insanların gerçek hayatta sıradanlaşmalarının sebebi budur. Bence.

* İstatistik tamamen uydurmadır ve muhtemelen oran daha fazladır.

19 Eylül 2011 Pazartesi

HERKESE KIDEM TAZMİNATI ( Devlete daha çok )

     Bir sene çalıştıktan sonra haksız bir sebeple işine son verildiği takdirde yıllık bürüt kazancının 1/12 sini tazminat olarak alırdın.''Sen misin beni sebepsiz yere işten çıkartan, bunu ödeyeceksin'' misali. Fakat özel sektörde, diğer tüm kanunlar gibi tazminat hakkını doğuran kanun tasarısı da, teoride ve pratikte aynı neticeyi vermiyordu. Devlet buna bir çözüm bulacakmış;

     Devlet ana ya da baba her neyse, diyor ki; ''Vatandaş mağdur olmasın!'' Bundan böyle kendi isteği ile de ayrılsa, bir seneden az da çalışmış olsa kıdem tazminatı almaya hak kazansın.

     Tabi böylesi bir durumda işvereni tutabilene aşk olsun. O zaman ne yapmalı? ''İşveren de mağdur olmasın!'' diye düşünmeli ve Bundan böyle İşveren de eskisi kadar çok tazminat ödemesin. Bir nev-i faydalı ortaklık. Ne şiş yansın ne kebap durumu.

     Devlet ne güzel düşünmüş değil mi? Hem herkes tazminat alacak hem de işveren bundan pek fazla etkilenmeyecek.

     Şimdi gelelim olayın püf noktasına. Cevabını aramamız gereken soru şu: Peki Devlet'in bundan ne çıkarı olacak? Vatandaşa hizmet mi? =)) ( Gülerim ben buna )

     Cevabı aramamız gereken husus basit. Aslında burada Devletimiz de hatırı sayılır bir işverendir. Her sene binlerce memur istihdam etmektedir. Ve özel sektöre nispeten hemen hemen hepsine de tazminat ödemektedir. Şimdi ben olsam devletin yerinde şöyle düşünürdüm: Değil mi ki, her sene ve her halükarda milyonlarca lira tazminat ödüyorum, o halde neden bu tazminatı daha az ödemeyeyim? İşte bana göre bütün bu vatandaş tazminatını alsın, işverende daha az ödeyerek mağdur olmasın safsatalarının altında yatan gerçek neden; Devlet memuruna zaten seve seve ödediği tazminatı daha az ödesinden ibaret.

     Sevgili hükümetim gerçekten vatandaşa hizmet mi vermek niyetindesin o halde bırak bu tazminat ayaklarını, özel sektörün, işçiye hak ettiği ücreti vermesini sağla yeter. O zaman bırak daha az ödemeyi al bütün tazminatın senin olsun.

3 Eylül 2011 Cumartesi

DEĞİŞEN RUH HALLERİ

     Dün sabahın erken saatlerinde bitişik daireden bir ses geldi: daha çok duvarda cam bir bardağın parçalanmasını andıran bir sesti bu. Yok yok kesin duvarda bir cam parçalanmıştır. Derken ardından bağrışmalar ,küfürler ve hakaretler bir bir sıralanmaya başladı. Birden kendimi yan odamda olan bir kavganın tam ortasında gibi hissettim. Bitişik nizamda oturmak görüldüğü kadar kolay değil tabi.
     Bir de karı koca arasına girilmez derler. Arada duvar olmasa girmek ne kelime buyrun bir tanede benim duvarımda parçalayın diyecektim az daha o kadar gaza geldim. Neyse daha bir kere merabalaşmadığım, muhtemelen 10 yılın üzerinde komşumuz olan çifti kendi haline bırakmaya karar verdim ve uyumaya devam ettim.''Sanki kendi haline bırakmama şansın mı var?'' demeyin, yani duvara yumrukla vurarak karşı taaruz başlatabilirdim. Aldırış ederler miydi bilemem ama en azından küçük bir tacizde bulunabilirdim. Ama yapmadım.
      Öğleden sonra olduğunda, uyandığım sırada gayri ihtiyari direk olarak yan daireye kulak kabarttım. Neyse ki büyük bir sessizlik hali hakimdi. Bu da demek oluyor ki; kavga sona ermişti. Onları ilk defa böyle görmüştüm. Görmüştüm pek uymadı tabi, o yüzden işitmiştim diyelim. Çalar saatim bile zaman zaman derin uyku halimden bu kadar kolay vazgeçiremiyordu beni. Sabahki buhran on çalar saat gücüne eşitti ve kesinlikle abartmıyorum.
      Biraz kafa yordum bunun üzerine malum bizde evleneceğiz, çift olacağız. Yani bu çift zamanında birbirlerine kur yapmadılar mı? Hayatlarını birleştirme kararı aldıklarında heyecanlanmadılar mı? Bir birlerine şiirler, şarkılar hediye etmediler mi? Otomatik kalkan pembe panjurlu residance dairesi hayali kurmadılar mı? Ne yani: o gün ki akıllarıyla bir birlerini seviyorlardı da, bugün ki akıllarıyla sevmiyorlar mı artık birbirlerini? Evlilik garip şey, biriyle birlikte yaşlanmak ve hatta sadece yaşlanmak, bunların tümü garip şeyler. Yaşamadan nasıl bilebilir ki insan? En iyisi yaşayalım görelim, belki o zaman hak veririm onlara.
     Fakat, asıl merak ettiğim; bu sadece o an için, çiftin girdiği ruh halinin bir yansıması mıydı? Yoksa affedilemez bir hatanın neden olacağı sonuçların girizgahı mı? Neyse, bunu daha sonra uzun uzun konuşuruz...

24 Ağustos 2011 Çarşamba

BARÇA'NIN ÇİFTLİĞİ ( LA MASİA )

     Dünya'da yetenekli bir futbolcu varsa, Barcelona'da, La Masia'dan yola çıkan bir çift göz emin olun onu takip ediyordur. Barça'nın maçlarını seyredenlere ''2060 yılının futbolunu oynuyorlar'' diye haykırtan da La Masia, çünkü o futbol, küçüklükten burada enjekte ediliyor. Bu gün Barcelona'da top koşturan çoğu futbolcu La Masia nın zorlu şartlarından çıkmadır. La Masia katalanca da çiftlik demek. Xavi'den Pique'ye, Fabregas'tan Messi'ye bir çok futbolcu bu çiftliğin ürünü. Kısacası Barcelona ihtiyac duyduğu bütün yıldızları bu çiftlikte yetiştiriyor. Geçen ay yeni binasına taşınmasının ardında eski hali müzeye dönüştürülmüştür.

     Barcelona'nın 50 milyona euroya yakın geliri var ve tabi aynı miktarda da gideri. Sizin anlayacağınız kazandığı her kuruşu yine futbol için harcayan bir klüp Barcelona. ( mes que un club )

     Çocuklar sokaklarda misket oynayacakları yaşlarda alınıp, getiriliyorlar La Masia'ya. Kapıdan içeri alınmak için iki şart var; 6 yaşından büyük olmak ve futbol için yaşıyor olmak. Bu çiftlikte çocuklar büyük bir disiplin içerisinde yetiştiriliyor. Çocuklara, Messi'nin deyimiyle; '' Orada çocuklara kazanmak için değil, iyi bir futbolcu olmak için oynamak öğretilir.'' felsefesine bağlı kalarak ahlaklı futbol nasıl oynanılırın mantığı aşılanıyor. Yani burada çocuklara hırslarını top oynamak için kullanmaları öğretiliyor. Kazanmaktan çok, iyi futbol oynamak her şeyden önemli La Masia'da.

     La Masia'dan çıkan 40 yetenek avcısı dünyayı her sene geziyor. Bazen Arjantin'in fakir mahallelerinde hiç bir umudu olmayan bir çocuk, bazen de futbol için canını verebilecek Afro Amerikan bir göçmen; bu seçimler yapılırken ırk,din,dil ayrımı yapılmadan tek kıstas futbol olarak dünyanın dört bir yanından yetenekli çocuklar bu gözlerin markajına takılıyor ve bir anda kendilerini La Masia denen bu çiftlikte buluyorlar. Tabi burası sadece bir başlangıç, Çocukları buraya girdikten sonra bekleyen her engel, aslında onlara Nou Camp'ın büyülü biletini kazanma fırsatı veren aşılması gereken amaçlardan başka bir şey değildir. Tabi Nou Camp' ın kapılarını aralamak sanıldığı kadar kolay değil! Çocukları bu çiftlikte çok zorlu bir program beliyor.

     Kısacası 4-4-3 töresine boyun eğmek zor zanaat. Messi olabilmek zor zanaat. Nou Camp' ı doldurabilmek zor zanaat. Ama imkansız mı? Asla!


17 Ağustos 2011 Çarşamba

ONLAR BENİM KAHRAMANIM

          Doğan Cüceloğlu'nun Remzi Kitabevinden çıkan bu eseriyle 2009 sonbaharı tanıştım. Rafta o kadar sönük duruyordu ki; yazarı tv programlarından tanımasam almazdım. Geçen yaz tatilde okuyabildim anca. Şimdi ikinci kez okurken bu yazıyı yazmakta şart oldu.

          Kitap Gültekin Yazgan ile eşi Tülay Hanım'ın akıllara durgunluk veren gerçek yaşam öyküsünü Doğan Cüceloğlu yorumuyla bizlere aktarıyor. Yalnız bunu sıradan bir yaşam öyküsü sanarsanız hataya düşersiniz. Kitabı okurken yer yer sıkılıyorsunuz ve itiraf etmeliyim ki okuması zor bir kitap. Fakat, sonunda farkına varacağınız gerçeklere ulaşmak pahasına, her kelimesi büyük bir sabırla okunası bir kitap.

          Bu kadar övülecek ne olabilir ki? Altı üstü bir kitap ve gerçek hayatlar. Gerçek hayatlarda, filmlerde ki gibi olağanüstü şeyler olmaz diye düşünüyor da olabilirsiniz. Eğer gerçekten böyle düşünüyorsanız bu kitabı okumadığınız içindir. Bu son kurduğum cümle biraz iddialı oldu ama sonuna kadar arkasındayım =))

          Ve kitabı şöyle özetleyeyim: Hayatınızda yaşadığınız zorlukları düşünün, en zor anlarınızı düşünün. Aşılmasını imkansız gördüğünüz kusurlarınızı düşünün. Bunlar hafızanızın bir köşesinde dururken şu soruya yanıt verin. Bir insan, ilk okul mezunu bir insan düşünün ki, 18 yaşından sonra sırasıyla orta okulu ve liseyi bitirsin, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ne kaydını yaptırıp dereceyle mezun olsun, Enstürman çalmayı öğrensin, İngilizce konuşmayı öğrensin, Öğretmenlik yapsın. 18 yaşında aldığı bir kararla bir anda bunları çok kısa bir sürede başarsın. Bu mümkün mü? Eğer bunun mümkün olabileceğini düşünüyorsanız, bir de o çocuğun kör olduğunu düşünün...

                                           Gültekin Yazgan ve Tülay Yazgan

          Daha fazlası kitapta yer alıyor. Tüm bunları yaşarken elinden tuttuğu ve ömür boyu bırakmadığı eşi Tülay Yazgan'ın da hatıralarıyla bu yaşam öyküsü bizimde yaşamlarımıza ışık tutacak kadar berrak.

          Tüm bunları yaşarken Gültekin Bey'in karşılaştıkları zorluklar karşısında takındığı tavır kitabı okurken böyle insanların hala bir yerlerde yaşamış ya da yaşıyor olduğu gerçeğini yüzünüze tokat gibi çarparken, bir parça tevekkül derlemenize de yardımcı oluyor.

          Eğer hala apartmana girdiğinizde asansörün bozuk olduğundan şikayet ediyorsanız ve o merdivenleri çıkmak zorunda kaldığınız için, hayatın ne kadar zor olduğunu düşünüyorsanız, bu kitaba bir göz atın derim...


Not: Gültekin Yazgan'ın kendi kaleminden kendi hayatını anlattığı, Doğan Kitap'tan çıkma Kör Uçuş adlı eseride mevcut. Onuda kısa zamanda okumayı düşünüyorum. İyi Seyirler.

25 Temmuz 2011 Pazartesi

Ogün Samast

     İtiraf etmeliyim ki, bu yazı üzerine yazmakta pek zorlanmayacağım. Çünkü bizim ülkemizde bu tarz olaylar fazlasıyla tekerrür etmekte. Alıştık artık diyelim. Ve şimdi kesinleşen cezayı sayılarla inceleyelim.
     Bizim küçük, mini minnacık Ogün Samast'ımız  toplamda 22 yıl 10 ay hapis cezası aldı. Bunun 21 yıl 6 ayı ''Planlayarak adam öldürmek'' suçundan ve 1 yıl 4 ayıda ''Ruhsatsız silah taşımaktan.''
    
     Şimdi bizim ufaklığın yatarına bakmak gerek. TCK ( Türk Ceza Kanunu ) derki; bir kişi kesinleşen cezasının 3'te 2 sini yatar. Bu süre 2005 yılına kadar 5'te 2 idi. Bu şu demek: 22 yıl 10 ay ceza, 274 ay yapar. Bu cezanın 3'te 2 si de 16 yıl 22 gün eder. Yani 6 yılı kafadan gitti. Yanlış hatırlamıyorsam eğer, 2007'de tutuklanmıştı. Yani hali hazırda 4 yıldır yatıyordu. Bu da demek oluyor ki, bizim küçük Ogün, 12 yıl daha yatacak. Daha bitmedi. Bizim kanunlarımıza göre 18 yaşından küçük çocukların, sübyen koğuşlarında 18 yaşına gelene kadar geçirdikleri her gün, 2 gün sayılır. Bu şu demek, Minik Ogün 17 yaşında girdiği ceza evinde, 18'ine gelene kadar geçirdiği 1 yıllık süre, aslında 2 yıl sayılıyor. Bir yılda oradan gitti. Kaldı: 11 yılı.

     Şimdi bakalım bizim Ogüncük, daha nelerden faydalanabilir; mesela katalog olamayan -yüz kızartıcı olmayan- suçlardan birini işlediği için, Kapalı ceza evlerinde geçireceği 5 yılık sürenin 4 yılını açık ceza evinde geçirebiliyor. Bunun hesabı da şu şekilde. 22 yıl 10 ay ceza, 274 ay yapıyordu. Bunun 5'te 1'i ise 54 ay yapıyor. Yani, yaklaşık 4 buçuk yıl. Bizim Mini minnacık Ogünümüz, kapalı ceza evlerinde bu cezayla 4 buçuk yıl kaldımı, açık ceza evine geçme hakkını kazanıyor. 5 yıldır yattığını göz önüne alırsak, bu cezaya sevindiğini bile varsayabiliriz. Yani, kalan 11 yılını açık ceza evinde geçirecektir.

     Açık ceza evinde Ogün'ü neler beklemiyor ki; sınırsız açık görüş hakkı, istediğini yiyebilme, sınırsız telefon, nakit para, 4 ayda bir dışarıya çıkabilmesi için izin hakkı, kafasını kullanırsa sınırsız alkol ama en önemlisi tabi ki, üzerine kilitli bir kapı olmayacak. Kısacası 4 yılını ceza evlerinde geçirmiş birine göre 5 yıldızlı otel kıvamında.

    Bununla da bitmiyor. Bir de af çıkarsa değmeyin Ogüncüğün keyfine.

    Benim düşüncem minik Ogün hemen önümüzdeki yıl LYS'ye girer ve bir üniversite kazanır. Sonra ver elini açık ceza evinden, her gün üniversite. Hatta, yazları da staj. Cezasının son demlerinde de bir sosyal hizmetler patlatır. Oh mis.

    Yine de, Benim şahsi düşüncem: Bizim ülkemizde 22 yıl 10 aylık bir ceza bence mükemmel. Şu komutanı hatırlayın, nöbette uyudu diye askere ders vermek adına, eline bomba tutuşturan komutanı. 4 kişinin ölümüne sebep olduktan sonra sadece 6 yıl ceza aldı. Ben Minik Ogün Samast'a verilen cezayı normalin bile üstünde bularak olaya realist gözlerle bakıyorum. Kalan Ogünler bizimdir. 



16 Temmuz 2011 Cumartesi

İSTANBUL HAKKINDA İLK AĞIZDAN HOŞ BİR SOHBET.

     Bugün öğle suları Zeytinburnu' nundan, Avcılar' a gitmek üzere metrobüse bindim. Bir elimde Ahmet Ümit'in 12 eylül zamanı, yaşanmış kısa hikayelerini anlatan '' Çıplak Ayaklıydı Gece'' isimli kitabı diğer yandan, ona eşlik eden Ajda Pekkan'la yolculuğa başladım.
     Yanımda ki koltuk bir süredir boş. Her ne kadar yanıma güzel bir bayanın oturacağı ümidiyle kitabı mı okumaya devam etsem de, 60 yaşlarında yaşlı bir amca oturdu. Giyimi temizdi. Hatta bu sıcakta takım elbise giymesi de şaşılası şeydi doğrusu.
     Tam Bahçelievler durağına gelmeye yakın parça değişirken amcanın '' Offf! Zaten İstanbul' un yazı ile kızına güven olmaz.'' dediğini duydum. Sonra yeni parça başladığında hala amca bir şeyler mırıldanıyordu. İ-podun pause tuşuna basıp kulak kabarttım birden.
     Sonra daha fazla tutamadım kendimi ve sordum: '' Hayırdır Bey Amca, dertlisin galiba?'' dedim. Ve Avcılara kadar sürecek kısa ama bir o kadar da uzun olan sohbeti başlatmış oldum.
     Amca: Sorma evladım eskiden de bu kadar sıcak olurdu ama, bu kadar bunaltıcı olmazdı hava.
     Ben: Olur mu amca şimdi küresel ısınma var. Hiç yoksa senin bahsettiğinden 2-3 derece daha sıcak şimdi havalar. O yüzden bunalıyor insan.
     A: Ben anlamam küresel ısınmadan. Biz buraya göç ettiğimizde İstanbul 1 milyondu. Şimdi nereden baksan 20 milyon.
     B: Eee orası da doğru tabi!
     A: Doğru ya. Eskiden sirkecide yaşardım ben. O zaman nerede böyle metrobüsler, otobüsler. Biz çemberli taşta yarım saat otobüs beklerdik. Şimdi 5dk. bir otobüs geçiyor. Eskiden her yer trendi. Hani siz taksime çıkıyorsunuz ya, her yerde ondan vardı.
     B: Şimdi ki kadar kalabalıkta değildir galiba o zamanlar otobüsler?
     Amca hafiften gülümsüyor ama, hasret, acı, pişmanlıklar herşey var o gülümsemede. Derken devam ediyor.
     A: Ah evladım, ben Bakırköy'de yaşıyorum. İlk geldiğimizde Sirkeci'deydik. O zamanlar bir insan Kapalıçarşı'da, Sirkeci'de yaşıyorum dediği zaman, önünde ceket iliklenirdi.Varlıklı insanların semtleriydi buralar. Biz Beyoğluna çıkacağımız zaman, takım elbiselerimizi giyer, sinekkaydı traşımızı olur öyle çıkardık. Eskiden insanların bir birlerine saygıları vardı. Şimdi ne yaşlıya, ne kadına saygı kalmış. İstanbul eski İstanbul değil. Sana bu anlattıklarım 50 yıl öncesi.
     Biraz daha yaşlı olsa hemen soracağım Atatürk'ü gördün mü diye? Ama artık az kaldı Avcılara varmak üzereyiz. Devam ediyor. Sözünü hiç kesmek istemiyorum.Yine bir ah çekerek devam ediyor konuşmasına.
     A: Ah evladım, Ben Bakırköy'de yaşıyorum. Artık sayımız çok azaldı. Bizim gibi Bakırköy'lü kalmadı. Ya öldüler, yada kaçtılar buralardan. Benim annemin, babamın İstanbul dışında hiç akrabası yok. Yoksa bir dakika daha durmam burada bende giderim. Gurur duyulacak hiç bir şeyi kalmadı artık İstanbul'un. Eskiden de acımasız dı, yeni geleni gözünü kırpmadan harcardı, mamafih* şimdi başka türlü bir hal var bu şehirde...
     Aynen konuştuğu gibi yazmaya çalışıyorum aklımda kaldığı kadarıyla. O zamana kadar ''mamafih'' bu kelimeyi hep Reşat Nuri Güntekin'nin kitaplarında duyardım. O çok kullanırdı. Hiç gerçek hayatta birinden duymamıştım. Şaşırdığımı eklemeliyim. Ben soruyorum, amca devam ediyor.
    B: Başka bir hal derken?
    A: Eskiden azıcık saf isen eğer, gözünün yaşına bakmaz basardı üstüne, lakin mertçe basardı. Şimdi namert bir tavrı var. Başka bir hal işte. Sizin anladığınız dilden anlatamam. Şimdiki gençler bile başka bir dil konuşuyor. Offff offf! artık yaşanmaz bu şehirde.
    Bu son söylediği klişe cümleyi çok duydum ama, hiç gerekçesiyle duymamıştım. Kısa bir sessizlikten sonra tekrar devam ediyor.
    A: Bak, hiç unutmam bir gün arkadaşlarla Heybeliye gidiyoruz. O zamanlar adalara çok rağbet vardı. Biz bunaldık mı, ya Yeşilköy sahile ya da adalara kaçardık. En çokta heybeliye giderdik. Şarkısı da var hani. Nevalemizi almışız. Rakıyı bizim rahmetli Eyüp, babasınından manav alışverişi yapmak için para isteyip almış, gazeteye sarmış getiriyor. O zaman tekelden başka rakı markası yok öyle. Esasen benim alkolle aram hiç yoktu ama, kadim bir dostumuzun, sevdiği nişanı atmış dertli tabi. Onu kırmamak için bende udumu aldım, bir kaç arkadaş daha sirkeciden vapura bindik...
     Derken anons geçiyor. '' Avcılar bu istikametteki son durağımızdır. '' gibi bir şeyler söylüyor banttan kadın.
     Ne çabuk geçmişti yolculuk. Oysa daha öğrenecek neler vardı bu şehir hakkında ilk ağızdan. Bu kısa sohbet için teşekkür ediyorum amcaya. Daha önce hiç karşılaşmamış olan bana elini uzatıyor ve tokalaşıp ayrılıyoruz.
     Çok duyar, çok okurdum eski İstanbul'u fakat, hiç bu kadar samimi dinlememiştim. Amcanın adını cismini öğrenemeden sırra kadem basıyor kendisi. Benim payımada bu yazıyı yazmak düşüyor tabi. Amcanın hatırına.

* Fakat, anlamındaki eskiden sıklıkla kullanılan bir kelime.

6 Temmuz 2011 Çarşamba

BALIKESİR HUTBESİ ATATÜRK’ÜN PAŞA CAMİİNDE YAPTIĞI KONUŞMA 7 ŞUBAT 1923

Allahın esenliği, sevgisi ve iyiliği üzerinize olsun. 

Peygamberimiz efendimiz hazretleri, Cenabı Hak tarafından insanlara dini gerçkleri duyurmaya memur ve elçi seçilmiştir. 

Temel kanunu, hepimizce bilinmektedir ki, yüce Kur’an’daki mânası açık olan ayetlerdir. İnsanlara feyz ruhu vermiş olan dinimiz, son dindir. En mükemmel dindir. Çünkü dinimiz akla, mantığa, gerçeğe tamamen uyuyor ve uygun düşüyor. Eğer akla, mantığa ve gerçeğe uymamış olsaydı, bununla diğer ilahi tabiat kanunarı arasında çelişki olması gerekirdi. 
Çünkü tüm evren kanunlarını yapan Cenabı Hak’tır. 

Arkadaşlar; Cenabı Peygamber çalışmasında iki yere, iki eve sahip bulunuyordu. Biri kendi evi, diğeri Allah’ın evi idi. Millet işlerini Allah’ın evinde yapardı. Hazreti Peygamber’in mübarek yolunda bulunduğumuz bu dakikada milletimize; milletimizin bugününe ve geleceğine ait hususları görüşmek maksadıyla bu kutsal yerde Allah’ın huzurunda bulunuyoruz. 

Beni buna eriştiren Balıkesir’in dindar ve kahraman insanlarıdır. Bundan dolayı çok memnunum. Bu fırsat ile büyük bir sevab kazanacağımı ümit ediyorum. Efendiler, camiler birbirimizin yüzüne bakmaksızın yatıp kalkmak için yapılmamıştır. Camiler itaat ve ibadet ile beraber din ve dünya için neler yapılmasının gerekli olduğunu düşünmek yani konuşup tartışmak, danışmak için yapılmıştır. Millet işlerinde her kişinin zihnini ayrı ayrı faaliyette bulunması zorunludur. İşte biz de burada din ve dünya için, geleceğimiz ve bağımsızlığımız için, özellikle egemenliğimiz için neler düşündüğümüzü meydana koyalım. 

Ben yalnız kendi düşüncemi söylemek istemiyorum. Hepinizin düşündüklerinizi anlamak istiyorum. Milli amaçlar, milli irade yalnız bir kişinin düşünmesinden değil, milletin bütün kişilerinin arzularının, emellerinin sonuçlarından ibarettir. Bundan dolayı benden ne öğrenmek, ne sormak istiyorsanız serbestçe sormanızı rica ederim. 

Hutbeler hakkında sorulan sorudan anlıyorum ki, bugünkü hutbelerin şekli, milletimizin duygusal fikirleri ve lisanı ile medeni ihtiyaçlarıyla uygun görülmektedir. Efendiler, hutbe demek topluma hitabetmek, yani söz söylemek demektir. Hutbenin manası budur. 

Hutbe denildiği zaman bundan birtakım kavram ve manalar çıkarılmamalıdır. Hutbeyi söyleyen hatiptir. Yani söz söyleyen demektir. Biliyoruz ki, Hazreti Peygamber’in hayatta olduğu mutlu dönemlerde hutbeyi kendisi söylerdi. Gerek Peygamber Efendimiz ve gerek, dört halifenin hutbelerini okuyacak olursanız görürsünüz ki, gerek Peygamberin, gerek dört halifenin söylediği şeyler o günün sorunlarıdır, o günün askeri, idâri, mâli ve siyasi, sosyal konularıdır. 

İslam toplumunun çoğalması ve İslam ülkeleri gerilemeye başlayınca, Cenabı Peygamber’in ve dört halifenin hutbeyi her yerde bizzat kendilerinin söylemelerine imkân kalmadığından halka söylemek istedikleri şeyleri bildirmeye birtakım kişileri memur etmişlerdir. Bunlar herhalde en büyük ve ileri gelen kişiler idi. Onlar camilerde ve meydanlarda ortaya çıkar, halkı aydınlatmak ve doğru yolu göstermek için bir şart lâzımdı. O da milletin lideri olan kişinin halka doğruyu söylemesi, halkı dinlemesi ve halkı aldatmaması!

Halkı genel durumdan haberdar etmek son derece önemlidir. Çünkü, her şey açık söylendiği zaman halkın beyni faaliyet halinde bulunacak iyi şeyleri yapacak ve milletin zararına olan şeyleri reddederek şunun veya bunun arkasından gitmeyecektir. Ancak millete ait olan işleri milletten gizli yaptılar. Hutbelerin halkın anlayamayacağı bir lisanda olması ve onların da bugünün gereklerine ve ihtiyaçlarımıza temas etmemesi, Halife ve Padişah sıfatını taşıyan despotların arkasından köle gibi gitmeye mecbur etmek içindi.

Hutbeden amaç halkın aydınlatılması ve ona yol gösterilmesidir, başka şey değildir. Yüz, ikiyüz, hatta bin yıl önceki hutbeleri okumak, insanları cahillik ve çağın gerisinde bırakmak demektir. Hatiplerin normal olarak halkın günlük kullandığı dil ile konuşmaları gereklidir. Geçen yıl Millet Meclisi’nde söylediğim bir nutukta demiştim ki "Minberler halkın akılları, vicdanları için bir ilim irfan kaynağı, ışık kaynağı olmuştur."

Böyle olabilmek için minberlerde söylenecek sözlerin bilinmesi ve anlaşılması, ilim ve fen gerçeklerine uygun olması lazımdır. Hutbeyi verenlerin siyasi olayları, sosyal ve medeni olayları hergün izlemeleri zorunludur. Bunlar bilinmediği takdirde halka yanlış aşılamalar yapılmış olur. Bu nedenle, hutbeler tamamen Türkçe ve günün gereklerine uygun olmalıdır. Ve olacaktır.

(ALINTIDIR.)

22 Haziran 2011 Çarşamba

AVRUPA BİRLİĞİ KOCA BİR ALDATMACA

     Avrupa birliği bakanı, nam-ı diyar ''Baş müzakereci'' Sn. Egemen Bağış ne iş yapar? 9 senedir Avrupa Birliğinin, A'sını duymadık. Yoksa bu bakanlık, ''Halkı'', derin uykusundan uyandırmamak adına kurulmuş bir kademe midir? Avrupa Birliğine girmek gibi bir niyeti yoksa hükümetin bunu belirtip, hali hazırda hiç bir iş yapmayan bu bakanlığı kaldırması daha onurluca olmaz mı? Öyle ki; Geçen gün Türkçe Olimpiyatlarında görmesem Sn. Egemen Bağış'ı varlığını unutmaya başlamıştım.
   
     Ayrıca sormak isterim, 2009' un başından beri görevde olan bakanımıza, Devletten aldığı ödenekleri ne için kullanıyor? Sadece tatil için gittiğini düşündüğüm Avrupa ülkelerinin yerel lezletlerinin tadına varıyor, kültürel zenginliklerini keşvediyor, en iyi hotellerinde konaklıyor olsa gerek. Sonra da bizim ülkemize gelip bu standartlara sahipmiyiz diye şöyle bir göz gezdirip, ertesi gün nereye gideceğini planlıyor olsa gerek.
   
     2011'in ikinci yarısına girmek üzere olduğumuz şu zamanlarda -2,5 yılda- hala görevinin başında olan Sn. Bakanımız önümüzdeki 4 yıl boyunca ne yapmayı planlıyor orası tam bir muamma.
   
     Niyetler bu kadar açıkken neden bu düşünceler iki satır kelama dökülmüyor da, halk ayakta uyutuluyor? Madem siz söyleyemiyorsunuz ben söyleyeyim, Tez zamanda Avrupa birliğine tam üyelik sürecinin yürütülmesi amacı ile kurulmuş olan bu bakanlık kaldırılaaaaaaaa, Sn. Egemen Bağış'ın başı vurulaaaaa, yerine ABD'nin sırtını sıvazlama ve dalkavukluk bakanlığı kuraaaaaa, halkta bir bahane ile uyutulaaaaaaaaa.
   

7 Haziran 2011 Salı

DİNLİYORUM ÖYLEYSE VARIM!

     Çoğu zaman, insanlar, başkalarını kendi düşüncelerini onaylatmak için dinlerler. Eğer karşıdaki kişi ile aynı havayı teneffüs ettiğiniz gibi, aynı düşünceleri paylaşıyorsanız; ancak o zaman konuşmanıza izin vardır. Aksi halde sürekli konuşmanız kesilmeye çalışılır. Bunu yapan yalnızca sıradan insanlar değil. Esnafından, doktoruna, millet vekilinden, yazarına, avukatından, çobanına toplumun her kesiminde işler böyle yürüyor artık. Bunun eğitimle hiçbir alakası olmadığını zannediyorum. Bu tamamı ile artık insanların bir birlerine karşı tahammüllerinin olmadığını gösteriyor. Durumun böyle olmadığı tek yer: ne yazık ki TV programları. 
     Gerçek hayat, karşındaki seninle aynı fikirleri paylaşmıyorsa eğer, onu sonuna kadar dinlemene asla müsade etmez. Gerçek hayatta sesler hep üst üstedir.
     ''Dinleme sanatı'' diye bir tabir vardır. Dinlemenin, sanat'ın çatısı altına alınarak, ne kadar saygıdeğer bir iş olduğu ispatlanmaktadır burada ve atalarımızda onu altına benzeterek de bunu yıllar önce tasdik etmişlerdir. 
     Dinlemek kişinin karşısındakine duyduğu saygıdır. Karşısındaki kendisiyle taban tabana zıt fikirler inancında iken onu sonuna kadar dinlemek ise, kişinin kendisine duyduğu saygıdır. 
     Eğer dinlemezsek, sağır oluruz. Fikirlerimiz sağır olur. Fikirler değişebilir, sevgiler, güvenler, dış görünüşler, tabular ve hatta inançlar bile değişebilir. Yeter ki dinlemesini bilsin insan. 
     Unutmayın! Boş konuşan birini bile dinlemek, sözünü önemsemek onun, dolayısıyla da bir insanın saygısını kazanmanıza yarar. Karşınızdakine önemsenme duygusunu tattırır. Hiç yoksa birini mutlu etmenin verdiği hazzı yaşarsınız. Bu da nihayetinde sizin kelama olan saygınızı gösterir.

4 Haziran 2011 Cumartesi

BİR NÜKLEER SANTRAL NASIL ÇALIŞIR?


Nükleer santrallerin çalışma prensibi bazı nesnelerin parçalanması sonucu açığa çıkan enerjinin elektrik enerjisine dönüştürülmesi ilkesine dayanır.
            Bunun için gerekli olan enerji doğada bulunan bazı ağır elementlerden oluşur. Bunların başında uranyum elementi gelir. Fakat; Uranyum saf hali ile bu işleme uygun değildir. Bunun için öncelikli olarak uranyum zenginleştirilir. Bu işlem sırasında uranyumun içinde bulunan u238 izotopları ile uranyumun asıl enerji sağlanan alt elementi olan ve içinde yaklaşık %0,7 oranında bulunan u 235 izotoplarının ayrıştırılması yapılır. Bu işlem için ise; merkez kaç denilen bir yöntem kullanılır. Uranyum gazı kendi ekseni etrafında hızla dönen bir cismin içine koyulur bu işlem sırasında daha ağır olan u 238 izotopları kenarlara doğru birikir ve u 235 izotopları merkezde kalır. Daha sonra ise elde edilen u 235 izotoplarına nötron yollanarak bir çarpışma gerçekleştirilir. Bu esnada çekirdek parçalanması ile çok fazla enerji açığa çıkar. Çekirdekten kopan bazı izotoplarda başka nötronlarla çarpışarak bu enerjiyi katlar. Ortaya çıkan enerjinin kontrol altına alınması için ise başka maddelerden faydalanılarak fazla enerjinin emilimi sağlanır. Sonrasında ise, bu enerji elektrik enerjisine dönüştürülür. Fakat, bu işlem sırasında insanlar için çok tehlikeli olan radyasyon açığa çıkar. Bu yüzden de, bu işlem için kullanılan metal çubuklar içi su dolu havuzlarda 5 yıl süre ile beklemeye alınır. Su, radyasyonun yayılmasını önler ve zaman içerisinde yok olmasında da rol oynar

24 Mayıs 2011 Salı

TÜRK TELEKOM NASIL SATILDI?

Şimdi size 6 yıllık kar tablosunu sunmak istediğim bir şirket var...
Bu şirket yıllardır 7'den 70' e herkesin evine kadar girmeyi başarmış bir şirket.
Bu ipucu belki size tahmin etme konusunda biraz yardımcı olmuştur. Ya da ben rakamları açıklayayım hala tahmin edememişseniz şirketin adınıda söyleyeceğim zaten.

YILLAR                   KAR ( TL )
2004                       3.473.416.673 (Eski paraya göre katrilyonlar yapıyor)
2003                       3.000.668.946
2002                       1.787.867.873
2001                       1.500.353.412
2000                          305.653.667
1999                          346.708.164

TOPLAM                8.188.341.511


Hala bir tahmin yoksa sadece 6 yılda 8 milyar kar yapan bu şirketin adını açıklayayım.

Bu şirketin adı TÜRK TELEKOM

İnsan gurur duyuyor değil mi? Devlet böyle bir kaç şirkete daha sahip olsa bizden belki vergi bile almaz. Hadi vergi aldı diyelim hiç değilse ücretsiz eğitim konusunda bir gelişme olabilir diyor insan. Öyle ya, nasılsa gençler okur, gelecekte ülkenin refah seviyesini yükseltip vergileri de onlar kaldırır.

Neyse konuya dönelim biz. Şimdi siz merak ediyor olabilirsiniz, neden bu rakamlar 2004 yılına kadar sadece?

...Çünkü Türk Telekom adlı bu şirket o yılda Araplara satıldı. Haydi hayırlı olsun.Tabi bize değil Arap Şeyh'e.

Yok yok öyle çok büyük paralara değil. Ben de öyle sandım başta. Bu şirketi türk bir yatırımcı almadığına göre çok çok büyük paralara satılmıştır diye düşündüm. Bakalım öyle ise bizim Arap Şeyh'i (Bizim diyorum çünkü başta da dediğim gibi her eve giren bir şirket bu. Dolayısıyla Şeyh ile bayağı bir haşır neşiriz artık.) Türk Telekom' u kaç para ödeyerek satın almış?

Oger Telekom denilen bu şirket 7 milyar 665 millyon dolara satın aldı Türk Telekom'u.

Yok peşin değil. Sıkıntıya girmesin. 1+ 5 taksite bölündü.

YILLAR                  TAKSİT TUTARI (DOLAR)
2005                        1.310.000.000
2006                        1.116.000.000
2007                        1.189.000.000
2008                        1.266.000.000
2009                        1.348.000.000
2010                        1.436.000.000

TOPLAM                  7.665.000.000


Şimdi basit bir hesap yapalım. 2004 karı yaklaşık 3 milyardı. Bugünkü döviz kuru ile (1.60 TL ) Yaklaşık olarak  1 milyar 800 milyon dolar civarı. Her halükarda bir yıllık karının altında bir ödeme bu ki, bana kalırsa internet kullanımının yaygınlaşmasıyla ve şirketin reklama, sponsorluk anlaşmalarına ayırdığı gelire bakılırsa; hali vakti hayli yerinde olsa gerek. Bu yüzden bu kar her sene artarak devam ediyordur. Yani Arap'ın para ödemesine gerek yok zaten şirket kendi taksitlerini akıllı usluca kendisi ödüyor. Oy maşallah nazar değmesin.

Yani sonuç olarak; Şu an itibariyle Türk Telekom tamamiyle Arapların olmuş durumda. Adamların cebinden 5 kuruş ( Bu rakamlardan bahsettikten sonra kuruş demek komik oldu.:) ) çıkmadan milyarlarca dolara sahip oldular.

Daha fazla ayrıntıya girmeye lüzum yok. Tüpraş' ı da, Erdemir' i bu şekilde sattık.
Hep kar edenleri satıyoruz.
Hep yabancıya satıyoruz.

Hamiş: Bence özelleştirme iyi bir şey. Devlet kesinlikle ticarete girmemeli. Oturup vegisini almalı ve ülkeyi huzur içinde yönetmeli. Sadece bu alanda profesyonelleşmeli. Buraya kadar her şey normal. Tek bir eksikle, Evet özelleştirmek iyi bir şey, fakat yerli yatırımcıya yapıyorsak. Aksi halde bunun adı özelleştirme adı altında ülkeyi parça parça yabancılara satmak; yabancılaştırmak olur.

22 Mayıs 2011 Pazar

MUSTAFA KEMAL ATATÜRK GERÇEĞİ

     Son olarak 2. dünya savaşında yanlış tarafta saf tutan Osmanlı Devletinin çöküşü ile İltilaf devletlerinin bir ülkeyi masa başında nasıl SÖMÜRGELEŞTİRDİKLERİNE bir bakalım.

     Yıl 1918. Mustafa Kemal henüz Samsun'a çıkmadı.

     Osmanlı Devleti adına Rauf Orbay'ın imzaladığı Mondros Ateşkes Antlaşmasının maddeleri:

     Ne ateşkes ne ateşkes...



1- Çanakkale ve İstanbul Boğazlarının açılması, Karadeniz’e serbestçe geçişin temini ve Çanakkale ve Karadeniz istihkamlarının İtilaf Devletleri tarafından işgali sağlanacaktır.

2- Osmanlı sularındaki bütün torpil tarlaları ile torpido ve kovan mevzilerinin yerleri gösterilecek ve bunları taramak ve kaldırmak için yardım edilecektir.

3- Karadeniz’deki torpiller hakkında bilgi verilecektir.

4- İtilaf Devletlerinin bütün esirleri ile Ermeni esirleri kayıtsız şartsız İstanbul’da teslim olunacaktır.

5- Hudutların korunması ve iç asayişin temini dışında, Osmanlı ordusu derhal terhis edilecektir.

6- Osmanlı harp gemileri teslim olup, gösterilecek Osmanlı limanlarında gözaltında bulundurulacaktır.

7- İtilaf Devletleri, güvenliklerini tehdit edecek bir durumun ortaya çıkması halinde herhangi bir stratejik yeri işgal etme hakkına sahip olacaktır.

8- Osmanlı demiryollarından İtilaf Devletleri istifade edecekler ve Osmanlı ticaret gemileri onların hizmetinde bulundurulacaktır.

9- İtilaf Devletleri, Osmanlı tersane ve limanlarındaki vasıtalardan istifade sağlayacaktır.

10-Toros Tünelleri, İtilaf Devletleri tarafından işgal olunacaktır.

11- İran içlerinde ve Kafkasya’da bulunan Osmanlı kuvvetleri, işgal ettikleri yerlerden geri çekilecekler.

12- Hükümet haberleşmesi dışında, telsiz, telgraf ve kabloların denetimi, İtilaf Devletlerine geçecektir.

13- Askeri, ticari ve denizle ilgili madde ve malzemelerin tahribi önlenecektir.

14- İtilaf Devletleri kömür, mazot ve yağ maddelerini Türkiye’den temin edeceklerdir. (Bu maddelerden hiç biri ihraç olunmayacaktır.)
15- Bütün demiryolları, İtilaf Devletlerin zabıtası tarafından kontrol altına alınacaktır.

16- Hicaz, Asir, Yemen, Suriye ve Irak’taki kuvvetler en yakın İtilaf Devletlerinin kumandanlarına teslim olunacaktır.

17- Trablus ve Bingazi’deki Osmanlı subayları en yakın İtalyan garnizonuna teslim olacaktır.

18- Trablus ve Bingazi’de Osmanlı işgali altında bulunan limanlar İtalyanlara teslim olunacaktır.

19- Asker ve sivil Alman ve Avusturya uyruğu, bir ay zarfında Osmanlı topraklarını terk edeceklerdir.

20- Gerek askeri teçhizatın teslimine, gerek Osmanlı Ordusunun terhisine ve gerekse nakil vasıtalarının İtilaf Devletlerine teslimine dair verilecek herhangi bir emir, derhal yerine getirilecektir.

21- İtilaf Devletleri adına bir üye, iaşe nezaretinde çalışacak bu devletlerin ihtiyaçlarını temin edecek ve isteyeceği her bilgi kendisine verilecektir.

22- Osmanlı harp esirleri, İtilaf Devletlerinin nezdinde kalacaktır.

23- Osmanlı Hükümeti, merkezi devletlerle bütün ilişkilerini kesecektir.

24- Altı vilayet adı verilen yerlerde bir kargaşalık olursa, vilayetlerin herhangi bir kısmının işgali hakkını İtilaf Devletleri haiz bulunacaktır.

25- Müttefiklerle Osmanlı Devleti arasındaki savaş, 1918 yılı Ekim ayının 31 günü mahalli saat ile öğle zamanı sona erecektir.

     Özellikle dikkatinizi 1,7,14,21 ve 24. maddelere çekmek isterim.

     Peki sonra ne oldu...

     Mustafa Kemal bu utanç verici antlaşmaya göz yummadı ve öylece ülkenin itilaf devletleri tarafından sömürgeleştirilmesine karşı olarak bir yıl sonra 1919'da Samsun'a giderek ayaklanmaları başlattı. Tabi bu arada antlaşmanın 7. maddesi gereği ülkenin bir çok ili fransız ve ingilizler başta olmak üzere bir çok devletin yönetiminde idi.

     Bakalım daha sonra ne oldu...

     Kurtuluş savaşı büyük bir zaferle sona ererken, 1923 yılında Lozan Barış Antlaşması imzalandı. Bu anlaşmaya Mondros Ateşkes Antlaşması'nı imzalayan Rauf Orbay vatan haini olarak görüldüğü için, Atatürk tarafından İsmet İnönü gönderilmiştir. 

     Maddelerine bir göz atın derim buradan http://tr.wikipedia.org/wiki/Lozan_Antla%C5%9Fmas%C4%B1 . 
Nasıl da masaya yumruğumuzu vura vura her dediğimizi imzalatmışız. Nasıl da işler birden bire bizim lehimize dönüvermiş. Ve nasıl da bir millet küllerinden yeniden doğmuş.

     Bununla da bitmiyor olup biten...

     1926'da Ankara Antlaşması'nı imzalayı veriyoruz. O antlaşmada: Irak'ın Musul'dan elde ettiği petrol gelirinin % 10'unu 25 yıllık bir süre için Türkiye'ye vereceğinden ve Hakkari sınırında Türkiye lehine düzeltme yapılacağından bahsediyor.

     İşler bu kadar düzelmişken, Atatürk ölmeden hemen önce Türkiye'yi bir yükten daha kurtarmak istiyor.

     Ve Lozan Antlaşmasın'da yer alan Boğazlar ile ilgili maddeyi beğenmemiş olacak ki; Montrö Boğazlar Antlaşması'nı imzalatarak, boğazların kayıtsız şartsız Türk hükümranlığına bırakılacağı tüm dünyaya kabullendirirken, boğazları bu millete miras olarak bırakıyor, 1937 yılında. Dilerseniz bunun da maddelerine bir göz atın. Biraz koltuklarınız kabarsın. http://tr.wikipedia.org/wiki/Montr%C3%B6_Bo%C4%9Fazlar_S%C3%B6zle%C5%9Fmesi

     Siz ister inanın ister inanmayın ama bir dönem biz tüm dünyada saygı duyulan sözü geçen bir ülkeymişiz.

     1918'de Mustafa Kemal adında ki genç komutan bir ülkeyi sömürge olmaktan böyle kurtardı.

     Peki 1938 den sonra neler oldu...

     Bunları söylemeye dilim varmıyor. Zaten gün kadar aşikar.

     Ben sadece üzerinde yaşadığımız coğrafyada hala ezan sesi duyuyorsak bunu borçlu olduğumuz Ulu Önderin içkisinin, sigarasının konuşulmasından çok bunlarında dillenmesini istedim.

     Allah Senden Razı Olsun Paşam. Yattığın yerleri incitmeyesin...