NIETZSCHE AĞLADIĞINDA BEN GÜLÜYORDUM








25 Temmuz 2011 Pazartesi

Ogün Samast

     İtiraf etmeliyim ki, bu yazı üzerine yazmakta pek zorlanmayacağım. Çünkü bizim ülkemizde bu tarz olaylar fazlasıyla tekerrür etmekte. Alıştık artık diyelim. Ve şimdi kesinleşen cezayı sayılarla inceleyelim.
     Bizim küçük, mini minnacık Ogün Samast'ımız  toplamda 22 yıl 10 ay hapis cezası aldı. Bunun 21 yıl 6 ayı ''Planlayarak adam öldürmek'' suçundan ve 1 yıl 4 ayıda ''Ruhsatsız silah taşımaktan.''
    
     Şimdi bizim ufaklığın yatarına bakmak gerek. TCK ( Türk Ceza Kanunu ) derki; bir kişi kesinleşen cezasının 3'te 2 sini yatar. Bu süre 2005 yılına kadar 5'te 2 idi. Bu şu demek: 22 yıl 10 ay ceza, 274 ay yapar. Bu cezanın 3'te 2 si de 16 yıl 22 gün eder. Yani 6 yılı kafadan gitti. Yanlış hatırlamıyorsam eğer, 2007'de tutuklanmıştı. Yani hali hazırda 4 yıldır yatıyordu. Bu da demek oluyor ki, bizim küçük Ogün, 12 yıl daha yatacak. Daha bitmedi. Bizim kanunlarımıza göre 18 yaşından küçük çocukların, sübyen koğuşlarında 18 yaşına gelene kadar geçirdikleri her gün, 2 gün sayılır. Bu şu demek, Minik Ogün 17 yaşında girdiği ceza evinde, 18'ine gelene kadar geçirdiği 1 yıllık süre, aslında 2 yıl sayılıyor. Bir yılda oradan gitti. Kaldı: 11 yılı.

     Şimdi bakalım bizim Ogüncük, daha nelerden faydalanabilir; mesela katalog olamayan -yüz kızartıcı olmayan- suçlardan birini işlediği için, Kapalı ceza evlerinde geçireceği 5 yılık sürenin 4 yılını açık ceza evinde geçirebiliyor. Bunun hesabı da şu şekilde. 22 yıl 10 ay ceza, 274 ay yapıyordu. Bunun 5'te 1'i ise 54 ay yapıyor. Yani, yaklaşık 4 buçuk yıl. Bizim Mini minnacık Ogünümüz, kapalı ceza evlerinde bu cezayla 4 buçuk yıl kaldımı, açık ceza evine geçme hakkını kazanıyor. 5 yıldır yattığını göz önüne alırsak, bu cezaya sevindiğini bile varsayabiliriz. Yani, kalan 11 yılını açık ceza evinde geçirecektir.

     Açık ceza evinde Ogün'ü neler beklemiyor ki; sınırsız açık görüş hakkı, istediğini yiyebilme, sınırsız telefon, nakit para, 4 ayda bir dışarıya çıkabilmesi için izin hakkı, kafasını kullanırsa sınırsız alkol ama en önemlisi tabi ki, üzerine kilitli bir kapı olmayacak. Kısacası 4 yılını ceza evlerinde geçirmiş birine göre 5 yıldızlı otel kıvamında.

    Bununla da bitmiyor. Bir de af çıkarsa değmeyin Ogüncüğün keyfine.

    Benim düşüncem minik Ogün hemen önümüzdeki yıl LYS'ye girer ve bir üniversite kazanır. Sonra ver elini açık ceza evinden, her gün üniversite. Hatta, yazları da staj. Cezasının son demlerinde de bir sosyal hizmetler patlatır. Oh mis.

    Yine de, Benim şahsi düşüncem: Bizim ülkemizde 22 yıl 10 aylık bir ceza bence mükemmel. Şu komutanı hatırlayın, nöbette uyudu diye askere ders vermek adına, eline bomba tutuşturan komutanı. 4 kişinin ölümüne sebep olduktan sonra sadece 6 yıl ceza aldı. Ben Minik Ogün Samast'a verilen cezayı normalin bile üstünde bularak olaya realist gözlerle bakıyorum. Kalan Ogünler bizimdir. 



16 Temmuz 2011 Cumartesi

İSTANBUL HAKKINDA İLK AĞIZDAN HOŞ BİR SOHBET.

     Bugün öğle suları Zeytinburnu' nundan, Avcılar' a gitmek üzere metrobüse bindim. Bir elimde Ahmet Ümit'in 12 eylül zamanı, yaşanmış kısa hikayelerini anlatan '' Çıplak Ayaklıydı Gece'' isimli kitabı diğer yandan, ona eşlik eden Ajda Pekkan'la yolculuğa başladım.
     Yanımda ki koltuk bir süredir boş. Her ne kadar yanıma güzel bir bayanın oturacağı ümidiyle kitabı mı okumaya devam etsem de, 60 yaşlarında yaşlı bir amca oturdu. Giyimi temizdi. Hatta bu sıcakta takım elbise giymesi de şaşılası şeydi doğrusu.
     Tam Bahçelievler durağına gelmeye yakın parça değişirken amcanın '' Offf! Zaten İstanbul' un yazı ile kızına güven olmaz.'' dediğini duydum. Sonra yeni parça başladığında hala amca bir şeyler mırıldanıyordu. İ-podun pause tuşuna basıp kulak kabarttım birden.
     Sonra daha fazla tutamadım kendimi ve sordum: '' Hayırdır Bey Amca, dertlisin galiba?'' dedim. Ve Avcılara kadar sürecek kısa ama bir o kadar da uzun olan sohbeti başlatmış oldum.
     Amca: Sorma evladım eskiden de bu kadar sıcak olurdu ama, bu kadar bunaltıcı olmazdı hava.
     Ben: Olur mu amca şimdi küresel ısınma var. Hiç yoksa senin bahsettiğinden 2-3 derece daha sıcak şimdi havalar. O yüzden bunalıyor insan.
     A: Ben anlamam küresel ısınmadan. Biz buraya göç ettiğimizde İstanbul 1 milyondu. Şimdi nereden baksan 20 milyon.
     B: Eee orası da doğru tabi!
     A: Doğru ya. Eskiden sirkecide yaşardım ben. O zaman nerede böyle metrobüsler, otobüsler. Biz çemberli taşta yarım saat otobüs beklerdik. Şimdi 5dk. bir otobüs geçiyor. Eskiden her yer trendi. Hani siz taksime çıkıyorsunuz ya, her yerde ondan vardı.
     B: Şimdi ki kadar kalabalıkta değildir galiba o zamanlar otobüsler?
     Amca hafiften gülümsüyor ama, hasret, acı, pişmanlıklar herşey var o gülümsemede. Derken devam ediyor.
     A: Ah evladım, ben Bakırköy'de yaşıyorum. İlk geldiğimizde Sirkeci'deydik. O zamanlar bir insan Kapalıçarşı'da, Sirkeci'de yaşıyorum dediği zaman, önünde ceket iliklenirdi.Varlıklı insanların semtleriydi buralar. Biz Beyoğluna çıkacağımız zaman, takım elbiselerimizi giyer, sinekkaydı traşımızı olur öyle çıkardık. Eskiden insanların bir birlerine saygıları vardı. Şimdi ne yaşlıya, ne kadına saygı kalmış. İstanbul eski İstanbul değil. Sana bu anlattıklarım 50 yıl öncesi.
     Biraz daha yaşlı olsa hemen soracağım Atatürk'ü gördün mü diye? Ama artık az kaldı Avcılara varmak üzereyiz. Devam ediyor. Sözünü hiç kesmek istemiyorum.Yine bir ah çekerek devam ediyor konuşmasına.
     A: Ah evladım, Ben Bakırköy'de yaşıyorum. Artık sayımız çok azaldı. Bizim gibi Bakırköy'lü kalmadı. Ya öldüler, yada kaçtılar buralardan. Benim annemin, babamın İstanbul dışında hiç akrabası yok. Yoksa bir dakika daha durmam burada bende giderim. Gurur duyulacak hiç bir şeyi kalmadı artık İstanbul'un. Eskiden de acımasız dı, yeni geleni gözünü kırpmadan harcardı, mamafih* şimdi başka türlü bir hal var bu şehirde...
     Aynen konuştuğu gibi yazmaya çalışıyorum aklımda kaldığı kadarıyla. O zamana kadar ''mamafih'' bu kelimeyi hep Reşat Nuri Güntekin'nin kitaplarında duyardım. O çok kullanırdı. Hiç gerçek hayatta birinden duymamıştım. Şaşırdığımı eklemeliyim. Ben soruyorum, amca devam ediyor.
    B: Başka bir hal derken?
    A: Eskiden azıcık saf isen eğer, gözünün yaşına bakmaz basardı üstüne, lakin mertçe basardı. Şimdi namert bir tavrı var. Başka bir hal işte. Sizin anladığınız dilden anlatamam. Şimdiki gençler bile başka bir dil konuşuyor. Offff offf! artık yaşanmaz bu şehirde.
    Bu son söylediği klişe cümleyi çok duydum ama, hiç gerekçesiyle duymamıştım. Kısa bir sessizlikten sonra tekrar devam ediyor.
    A: Bak, hiç unutmam bir gün arkadaşlarla Heybeliye gidiyoruz. O zamanlar adalara çok rağbet vardı. Biz bunaldık mı, ya Yeşilköy sahile ya da adalara kaçardık. En çokta heybeliye giderdik. Şarkısı da var hani. Nevalemizi almışız. Rakıyı bizim rahmetli Eyüp, babasınından manav alışverişi yapmak için para isteyip almış, gazeteye sarmış getiriyor. O zaman tekelden başka rakı markası yok öyle. Esasen benim alkolle aram hiç yoktu ama, kadim bir dostumuzun, sevdiği nişanı atmış dertli tabi. Onu kırmamak için bende udumu aldım, bir kaç arkadaş daha sirkeciden vapura bindik...
     Derken anons geçiyor. '' Avcılar bu istikametteki son durağımızdır. '' gibi bir şeyler söylüyor banttan kadın.
     Ne çabuk geçmişti yolculuk. Oysa daha öğrenecek neler vardı bu şehir hakkında ilk ağızdan. Bu kısa sohbet için teşekkür ediyorum amcaya. Daha önce hiç karşılaşmamış olan bana elini uzatıyor ve tokalaşıp ayrılıyoruz.
     Çok duyar, çok okurdum eski İstanbul'u fakat, hiç bu kadar samimi dinlememiştim. Amcanın adını cismini öğrenemeden sırra kadem basıyor kendisi. Benim payımada bu yazıyı yazmak düşüyor tabi. Amcanın hatırına.

* Fakat, anlamındaki eskiden sıklıkla kullanılan bir kelime.

6 Temmuz 2011 Çarşamba

BALIKESİR HUTBESİ ATATÜRK’ÜN PAŞA CAMİİNDE YAPTIĞI KONUŞMA 7 ŞUBAT 1923

Allahın esenliği, sevgisi ve iyiliği üzerinize olsun. 

Peygamberimiz efendimiz hazretleri, Cenabı Hak tarafından insanlara dini gerçkleri duyurmaya memur ve elçi seçilmiştir. 

Temel kanunu, hepimizce bilinmektedir ki, yüce Kur’an’daki mânası açık olan ayetlerdir. İnsanlara feyz ruhu vermiş olan dinimiz, son dindir. En mükemmel dindir. Çünkü dinimiz akla, mantığa, gerçeğe tamamen uyuyor ve uygun düşüyor. Eğer akla, mantığa ve gerçeğe uymamış olsaydı, bununla diğer ilahi tabiat kanunarı arasında çelişki olması gerekirdi. 
Çünkü tüm evren kanunlarını yapan Cenabı Hak’tır. 

Arkadaşlar; Cenabı Peygamber çalışmasında iki yere, iki eve sahip bulunuyordu. Biri kendi evi, diğeri Allah’ın evi idi. Millet işlerini Allah’ın evinde yapardı. Hazreti Peygamber’in mübarek yolunda bulunduğumuz bu dakikada milletimize; milletimizin bugününe ve geleceğine ait hususları görüşmek maksadıyla bu kutsal yerde Allah’ın huzurunda bulunuyoruz. 

Beni buna eriştiren Balıkesir’in dindar ve kahraman insanlarıdır. Bundan dolayı çok memnunum. Bu fırsat ile büyük bir sevab kazanacağımı ümit ediyorum. Efendiler, camiler birbirimizin yüzüne bakmaksızın yatıp kalkmak için yapılmamıştır. Camiler itaat ve ibadet ile beraber din ve dünya için neler yapılmasının gerekli olduğunu düşünmek yani konuşup tartışmak, danışmak için yapılmıştır. Millet işlerinde her kişinin zihnini ayrı ayrı faaliyette bulunması zorunludur. İşte biz de burada din ve dünya için, geleceğimiz ve bağımsızlığımız için, özellikle egemenliğimiz için neler düşündüğümüzü meydana koyalım. 

Ben yalnız kendi düşüncemi söylemek istemiyorum. Hepinizin düşündüklerinizi anlamak istiyorum. Milli amaçlar, milli irade yalnız bir kişinin düşünmesinden değil, milletin bütün kişilerinin arzularının, emellerinin sonuçlarından ibarettir. Bundan dolayı benden ne öğrenmek, ne sormak istiyorsanız serbestçe sormanızı rica ederim. 

Hutbeler hakkında sorulan sorudan anlıyorum ki, bugünkü hutbelerin şekli, milletimizin duygusal fikirleri ve lisanı ile medeni ihtiyaçlarıyla uygun görülmektedir. Efendiler, hutbe demek topluma hitabetmek, yani söz söylemek demektir. Hutbenin manası budur. 

Hutbe denildiği zaman bundan birtakım kavram ve manalar çıkarılmamalıdır. Hutbeyi söyleyen hatiptir. Yani söz söyleyen demektir. Biliyoruz ki, Hazreti Peygamber’in hayatta olduğu mutlu dönemlerde hutbeyi kendisi söylerdi. Gerek Peygamber Efendimiz ve gerek, dört halifenin hutbelerini okuyacak olursanız görürsünüz ki, gerek Peygamberin, gerek dört halifenin söylediği şeyler o günün sorunlarıdır, o günün askeri, idâri, mâli ve siyasi, sosyal konularıdır. 

İslam toplumunun çoğalması ve İslam ülkeleri gerilemeye başlayınca, Cenabı Peygamber’in ve dört halifenin hutbeyi her yerde bizzat kendilerinin söylemelerine imkân kalmadığından halka söylemek istedikleri şeyleri bildirmeye birtakım kişileri memur etmişlerdir. Bunlar herhalde en büyük ve ileri gelen kişiler idi. Onlar camilerde ve meydanlarda ortaya çıkar, halkı aydınlatmak ve doğru yolu göstermek için bir şart lâzımdı. O da milletin lideri olan kişinin halka doğruyu söylemesi, halkı dinlemesi ve halkı aldatmaması!

Halkı genel durumdan haberdar etmek son derece önemlidir. Çünkü, her şey açık söylendiği zaman halkın beyni faaliyet halinde bulunacak iyi şeyleri yapacak ve milletin zararına olan şeyleri reddederek şunun veya bunun arkasından gitmeyecektir. Ancak millete ait olan işleri milletten gizli yaptılar. Hutbelerin halkın anlayamayacağı bir lisanda olması ve onların da bugünün gereklerine ve ihtiyaçlarımıza temas etmemesi, Halife ve Padişah sıfatını taşıyan despotların arkasından köle gibi gitmeye mecbur etmek içindi.

Hutbeden amaç halkın aydınlatılması ve ona yol gösterilmesidir, başka şey değildir. Yüz, ikiyüz, hatta bin yıl önceki hutbeleri okumak, insanları cahillik ve çağın gerisinde bırakmak demektir. Hatiplerin normal olarak halkın günlük kullandığı dil ile konuşmaları gereklidir. Geçen yıl Millet Meclisi’nde söylediğim bir nutukta demiştim ki "Minberler halkın akılları, vicdanları için bir ilim irfan kaynağı, ışık kaynağı olmuştur."

Böyle olabilmek için minberlerde söylenecek sözlerin bilinmesi ve anlaşılması, ilim ve fen gerçeklerine uygun olması lazımdır. Hutbeyi verenlerin siyasi olayları, sosyal ve medeni olayları hergün izlemeleri zorunludur. Bunlar bilinmediği takdirde halka yanlış aşılamalar yapılmış olur. Bu nedenle, hutbeler tamamen Türkçe ve günün gereklerine uygun olmalıdır. Ve olacaktır.

(ALINTIDIR.)