NIETZSCHE AĞLADIĞINDA BEN GÜLÜYORDUM








9 Kasım 2013 Cumartesi

UNUTMAK İSTEYEN KİM?

Sizin hiç Ata'nız öldü mü?
Hayır diyorsunuz
Yanılıyor olmalısınız
Ya da İzlanda'da falan yaşıyorsunuz
Türkiye'de yaşıyor olsaydınız eğer
Takvim yapraklarına bakın öyleyse derdim
1938 yılının kasım ayının 10'uncu günü ile bütün derdim
Takvim yapraklarını severdim halbuki
Onların ne suçu var?
Tarih acımasız
Tarih unutturmaz
Unutmak isteyen kim?

8 Kasım 2013 Cuma

Dünya'nın Sonu

Şimdi gece olsa
Denize kadar yürüsek
Yakamoz toplasam durgun suyun yüzeyinden
Sonra taç yapsam onları başına
Derken, Tanrı'nın şarkısını fısıldasa deniz
Ay düşse gökyüzünden
Dünya'nın sonu böyle gelse

6 Kasım 2013 Çarşamba

MANİFATURACI

     Eski mahalledeki bir dükkanın önünden geçiyordum. Bir den kapıdan bir adam çıkıp kollarını iki yana açarak, sanki ona sarılmamı bekliyormuş gibi durdu. Şaşkınlıkla ne yapacağımı bilemedim ve birden bir duygu karmaşası sardı beni. Aniden koşup adama sarıldım. Adam '' Ne yapıyorsun evladım? '' dedi. ''Çok duygulandım amca, acayip duygusal boşluktayım. Sizde öyle baba şevkatiyle kolları açınca dayanamadım'' dedim. Adam hayretler içerisinde ''Evladım ben manifaturacıyım.'' diye karşılık verince bende, ''Ne güzel, bende öğrenciyim'' dedim. Adam '' Manifaturacılar ne iş yapar biliyor musun ? '' diye sordu. Bende ''Manifatura mı satarlar?'' diye soruya soruyla karşılık verip kurnazlık yaptım. Cevabını bilmediğim sorulara hep soruyla karşılık vermeyi tercih etmişimdir. Adam hafifçe gülümseyerek '' Hayır ama öğrenmek istersen anlatırım '' dedi. Ben de sevinçle '' Tabi çok isterim '' diye karşılık verdim. Adam biraz şaşkın '' İstersen önce ayrılalım '' dedi. Ben bir anlık şaşkınlık içinde '' Tabi '' dedim ama yine de sarılırken anlatamamasına bir anlam veremedim. Neyse şimdi onunla polemiğe girmemeliydim çünkü birazdan yeni bir şey öğrenecektim. Bu adama kanım çok kaymamıştı gerçi biraz naftalin gibi kokuyordu ama yine de kanım kaynamıştı.

     Adamı bırakınca biraz üstünü başını toparladı. Karşı tarafta ki çay ocağına -iki çay- diye işaret yaptı. oturduk adam konuşmaya başladı. '' Benim işim kumaş satmak. Her türlü kumaşı keser-biçer satarım. Bu kumaşları kollarımı açarak ölçerim. Yani tanımadığım birine dönüp kollarımı açıyorsam, o yönde bir şeyi ölçmek niyetindeyim demek olur bu. Meslek hastalığı bir çeşit. Her şeyi kollarımla ölçerim ben. Bu demek değil ki ama sarılmayı bilmem. Manifaturacıların yürekleri kumaş gibi narindir evladım. Sen öyle sarılınca ne yalan söyleyeyim bir garip oldum. Yıllardır görmediğim oğluma sarılmış gibi oldum'' dedi adam. Kısa bir süre durakladı ve gözünden akan bir damla yaş çayın içine düşünce çıkan sesle irkildim. O ana kadar çayların geldiğini bile fark etmemiştim. Sokakta garip bir şekilde çok sessizdi. Bir şey söylemem gerekiyordu sanırım. '' Bende çok duygulandım. Bu sabahtan beri göremediğim babama sarılıyormuş gibi hissettim bir an. '' deyiverdim. Adam biraz şaşırmış yüzüme baktı. Devamında ise, ''Size baba diyebilir miyim?'' diye çok kazık bir soru sordum. Adam şaşkınlık içinde ''Ne diyorsun sen evladım. Sabah daha babanı gördüğünü söyledin. Ben mi yanlış anladım.'' dedi. ''Yok doğru anladınız da o yüzden söylemedim. Öğlenciyim ben. Hem öğrenciyim, hem de öğlenciyim. Birazdan veli toplantısı var. Notlar çok kötü benim, babama söyleyemedim. Onun yerine siz katılır mısınız?  Oh böyle naftalin falan da kokuyorsunuz sınıfın içi açılır. Kırmayın beni lütfen!'' derken gözlerim doldu. Benim için çok duygusal bir andı. Adamın gözlerinin içine içine baktım. Adam biraz düşündü, çayından bir yudum aldı ve ''Tamam olur ama, bir şartım var'' dedi. ''Ne istiyorsunuz?'' diye sordum. Adam hafif gülümseyerek ''Pervazların kenarı yosun tutmuş, toplantıdan sonra onları temizlersen seninle gelirim'' dedi. Çok çıkarcı çıkmıştı manifaturacı adam. Halbuki az önce oğluna sarılmış olduğundan falan bahsediyordu. Pervazın ne olduğunu bilmememe karşın teklifini kabul ettim. Bunu sonra düşünürdüm. Toplantı şu an için her şeyden önemliydi.

     Adamla okulun yolunu tutarken, yaptığı iyilik karşılığında istediği şeyi düşünüyordum. Tam babam ile ben gibi olmuştuk. Çıkara dayalı bir ilişkimiz vardı. Naftalin kokusunu saymazsak bu adam babamı aratmayacaktı. Çayımı da içememiştim.

Yazılmaya gerekli görülen not: Ben manifaturacıların ne iş yaptığını bilirim. Babaların sevgileri çıkara dayanmaz  onu da bilirim. Tanımadığım ve kollarını açmış bir adam görsem koşup sokak ortasında sarılacak öz güvene sahip değilim. Pervazın da ne olduğunu biliyorum. Ama dipnot açmayacağım bilmeyenler için, google'a sorun. Bu yazılanlar tamamen kurgudan ibarettir. Gerçeklik payı olsaydı o çayı içmeden kalkmazdım.




2 Kasım 2013 Cumartesi

SALACAKTA BİR MARTI

Şimdi bir yıldız düşse gök yüzünden
Ancak 40 gün sonra varabilirdi
Kız kulesinin suya vuran şavkına

Zaman nazlı nazlı akarken
Bir kadın geçerdi her sabah salacaktan

İşe gidiyor olmalıydı fikrimce
Vapur'u kaçıracak gibi olurdu bazen
Bir günah işlemek gibiydi orada,
                                       onu beklemek
                                                      her sabah

Vapurların arasından bir martı geçerdi
Uçarken yalpalardı, tanırdım onu
Tek derdi karnını doyurmaktı martının

Bir kadın düşüncelerimi tarifsiz oyalardı her an
Bir balık  martının düşüncelerini oyalardı her an
Martıyla benim tek derdimiz vardı
Yani o balık severdi, ben de seni
Yani çok severdik ikimizde
Yani en iyi dostumdu o martı




31 Ekim 2013 Perşembe

İZMİR

İzmir'de rastlamalıydım sana
Vakit epey geç olmalıydı,
Büyük caddelerin birinde yürürken
Ve 8 yıl önce mevsim sonbaharken


14 Ekim 2013 Pazartesi

SEN AYDINLATIRSIN GECEYİ

Onur Ünlü'nün tüm filmlerini sorgusuz sualsiz kabul edecek bir kitle var sanırım. Çünkü ''Onur Ünlü Tarikatı'' diye bir olgu var. Biz de bu gerçekte var olmayan tarikatın gerçekte kayıtlı olmayan üyeleri olarak Deniz ile filme gitmeye karar verdik. Aslında dürüst olmak gerekirse bir parça onu ben zorladım.

Film Onur Ünlü'nün bundan bir önceki filmi olan '' Celal Tan ve Ailesinin Aşırı Acıklı Hikayesi'' adlı filminin yalnızca 50.000 gişe yapmasının ardından, sinemaya tepki olarak bağımsız organizasyonlarla Türkiye ve Türkiye dışındaki coğrafyaları geziyor.

Pazar günü saat iki ye yaklaşırken Fındıkzade'de küçücük bir tiyatronun yolunu tutuyoruz. Çevre Tiyatrosu. Reklamı yapılmayan film için meraklı kalabalık çoktan tiyatronun önünde toplanmıştı. Biz de tiyatroya şöyle bir göz atıp filmi beklemeye koyulduk. Derken saat geldi ve  yerimizi aldık. Salon bir hayli küçüktü. Öyle ki; koltuk sıraları Z ye kadar gitmiyordu. U'da bitiyordu sanırım. Salon'da kolduklar aynı sırada olduğu için, film boyunca kaderinizi ön sıranızda oturan kişinin kafası belirliyor.

Film, Akhisar'da bir kasabada yaşayan süper güçleri olan kasaba halkının hikayesini anlatırken ''Cemal''  adında bir karakterin hayatına odaklanıyor. Cemal'i, yine bir Onur Ünlü yapımı olan ve ''Gezi Parkı'' olayları sırasında verdikleri tepkiler dolayısıyla yayından kaldırıldığı düşünülen Leyla ile Mecnun ekibinden Ali Atay oynuyor. Diğer oyuncular da Leyla ile Mecnun'dan aşina olduğumuz kişiler.

Cemal içine kapanık, ruhsal sorunları olan ve baba mesleği olan berberliği devam ettirirken hayatın tek düzeliğinden sıkılmış bunu kendine bile itiraf edemeyen bir karakter. Duvarlardan geçebilme ve duvarların ardını görebilme yeteneği var. Cemal'in kafasında dönüp duran bir tekerlek var bir türlü durduramadığı. Tam da tekerleği durduğu yerde film başlıyor, çünkü hayatını değiştereceği kadınla (Demet Evgar) tanışıyor Film boyunca Cemal'in hayatı bizleri içine alıp hüzünlendirirken yer yer ege şivesi ile geçen dialoglar ile kahkaha ya boğuluyoruz. Bir ara Deniz'in gülerken ağladığına şahit bile oldum. Gerçi Deniz'e göre filmdeki kadına şiddet sahneleri fazla abartılmıştı. Bana göre ise Erkeğe şiddet sahnelerinden daha fazla değillerdi.

Filmde ne kadar gülsek de çoğu zaman olay örgüsünün içerisinde kederleniyoruz. Ve yine Onur Ünlü yapmış yapacağını demekten kendimizi alı koyamayacağımız bir finalle karşılaşıyoruz.

Film iki hafta İstanbul'da gösterildi. Bu yazıyı ilk hafta izledikten sonra yazmak isterdim fakat son gösterimine yetişebildik. Bu yüzden film Türkiye turnesine tekrar başladı.

Değinmeden geçemeyeceğim bir yerde filmin müzikleri. Mehmet Erdem Gülmek için yaratılmış gözlerde yaşlar niye bu şarkıyı değilde başka bir şarkıyı seslendirmiş olsaydı tüm filmin kaderi ile oynayabilirdi diye düşünüyorum.

Filmin en vurucu sözü ise; '' Ben daha önce karısından özür dilemek için şiir okuyan bir adam tanımadım'' diyen Cemal'a aşık olan kitapçının repliği olsa gerek. Tabi bu benim düşüncem sizi yakalayacak başka cümlelerde bulabileceğinizden eminim.

Ve Çevre Tiyatrosundan ayrılıyoruz. Hava hala aydınlık fakat biz filmin etkisindeyiz. Sonra soluğu Beşiktaş'ta aldık. İstanbul'da güzel bir pazar geçirmenin bir çok yolu var belki ama bu da kesinlikle onlardan biriydi.




1 Ekim 2013 Salı

GECE

Gece geliyordu. Herkesi bir telaş aldı. Güneş dağların ardından yavaşça kayboldu. Kasaba sakinleri fenerlerine sarıldılar ve hepsi birden Gece'yi fenerleri ile uzaklaştırabilecekleri umuduna kapıldılar.

Belirsiz bir sessizlik vardı. Boş yere beklemeye koyuldular. Saat tam on ikiyi vurduğunda hepsi birden fenerlerini yaktı. Derken bir çığlık koptu. Bu Gece'nin çığlığı idi. Gece çığlık çığlığa onlara yaklaşıyordu. Kimse yerinden son ana kadar kıpırdamadı. Ta ki, Gece birinin üzerine atlayıp onu tek hamlede parçalayana kadar. Sonra herkes kaçışmaya başladı. Gece kasabalıları teker teker avlıyordu. Pençeleri o kadar büyüktü ki, yine tek bir hamle ile iki metrelik bir erkeği dokuz parçaya bölmüştü.

Kasaba halkı Gece ismini taktıkları bu canavar ile nasıl dövüşeceklerini bilmiyordu. Ona hiç bir şey işlemiyordu. Daha önce silahlarla üzerine kurşun yağdırmışlardı ama işe yaramamıştı. Kurban vermeyi denediler fakat, Gece zaten istediği zaman onları avlıyordu. Hatta, bir keresinde üzerini komple ateşe vermeyi bile başarmışlardı fakat, bu sadece Gece'yi daha net görüp dehşete düşmelerine yol açmıştı. Zifiri karanlıktı derisi. O yüzden ona gece adını takmışlardı. Gözleri sarıydı ve çok küçüktü. Beş metre boylarında, her biri 60 cm uzunluğunda hançeri andıran 9 tane tırnağı vardı pençelerinde. Hiç tüy yoktu derisinde; yeni doğmuş bir yarasa gibiydi teni. Kafasının ortasından yukarıya doğru sarmal şeklinde uzanan kemik renginde bir de boynuzu vardı. Bir keresinde 10 yaşlarında bir çocuğu tek hamlede yutmuştu. İnsan'ı korkunç bir dehşete düşürün ikişerli olarak dizilmiş bir arka sıradakiler ağızının içerisine bakan, ön sıradakiler dışarı doğru hafif kıvrımlı, jilet gibi keskin sayılamayacak kadar çok dişi vardı ağızında. Teni bu kadar karanlık olmasaydı adı mutlaka öğtücü olurdu. Onun hakkında gerçekten çok şey biliyordu kasaba halkı, nasıl öldüreceklerinin dışında.

Gece o gün kasaba halkından tam 3 kişiyi parçalamış ve 1 tanesini de yanına alarak oradan uzaklaşmıştı. Küçük bir çocuk, ölenlerden birinin vücudundan kopmuş bir eli almış parmaklarının arasındaki feneri almaya çalışıyordu.

Bu kadar karanlık bir canavara ışık da bir şey yapmıyorsa, onu öldürecek şeyi çok merak ediyordu kasaba halkı?

Tam olayların üzerine yabancı bir adam belirdi gecenin uzaklaştığı yerde. Hava o kadar sisliydi ki adamı önce fark etmekte zorlanmıştı kasabalılar. Adam elinde bir ipe asılmış bir şey sürüklüyordu arkasında. Zorlandığına göre büyük bir şey olmalıydı diye düşündü kızıl saçlı bir genç kasaba halkının arasındaki.

Sonra sislerin arasından çıkan şeyi görünce bütün kasabalı koro halinde oldukları yerde donakaldılar. Bu Gece idi. Sislerin ardında beliren gizemli bu adamın arkasında sürüklediği şey Gece'den başkası değildi. Gayrı ihtiyarı tüm kasabalı kısa süreli şokun ardından, bu gizemli adamın kim olduğunu merak etmeden evvel çığlık çığlığa sevinç nidaları savurdular.

Kısa süre sonra adam onlara yaklaşınca durdu ve onunla birlikte kasabalılar da duruverdi. Adamın kafasında büyük bir şapka vardı ve başı hafif öne doğru eğikti. Bu yüzden suratının ağız bölümünden yukarısı gözükmüyordu. Tüm kasabalılar fenerlerini yerde öylece yatan Gece'nin üzerinden, gizemli adama yönelttiler. İçlerinden bir tanesi adamın elini sıkıp teşekkür etmek için gülerek yanına yaklaştı. Ve elini uzattı. Gizemli adam kımıldamıyordu. Şapkası neredeyse bütün yüzünü kaplamıştı ve tek görünen yeri ağzıydı. Birden şapkasının ardından sinsi bir gülümseme belirdi ve yavaş hareketlerle kafasını yukarı kaldırdığında, tüm kasabalı şaşkınlık içinde adamın alev gibi parlayan kızıl gözlerine bakıyorlardı. O anda bu yabancının, kendileri gibi normal bir insan olmadığını anlamıştı kasaba halkı. Adamın yüzündeki sinsi gülümseme daha belirgin olunca öndeki iki dişinin yılan dişi gibi olduğu fark edildi. Elini uzatan adam geri çekmemiş ve adeta dona kalmıştı. Bakışlarını bu gizemli adamın elinde oynadığı bir çift gözden alamıyordu. Bir an aklına Gece'nin yanında götürdüğü Kurban'ın gözleri olabileceğini düşündü adam. Adam bunu düşünürken de, bir den çok hızlı bir hareket ile dişlerini adamın boğazına geçirip kafasını koparttı. Şimdi Gece'yi unutan kalabalık korku içerisinde kaçışmaya başladı, fakat insan görünümündeki bu gizemli yabancı, gölgelerin arasında o kadar hızlı hareket ediyordu ki, kasabalının hiç şansı yoktu.

     O gece gizemli adam sayıları 30 kadar kalan tüm kasabalının, çocuk ve ihtiyar ayrımı gözetmeden başlarını gövdelerinden dişleri yardımı ile koparmıştı.

     Bir yemek sofrası kurdu kendine kasabanın meydanına ve 60 cift gözü bir tabakta kendisine ikram etti. Kopardığı kafalardan sadece gözlerini oymuş başka yerlerine dokunmamıştı. O gece keyifle 5 saat boyunca tüm gözleri yedikten sonra ağzını bir bez ile narince silip kasabadan uzaklaştı gizemli yabancı. Gece'nin gözleri o kadar küçüktü ki, onları yemek yerine, hala elinde çevirerek, yavaş ve keyifli hareketlerle kasabadan uzaklaştı.




25 Eylül 2013 Çarşamba

Güvercin

Birileri ve ben güvercin kovalıyorduk
Özgürlüğümüzü kovalıyorduk

Biri yoktan yere tosladı duvara
Biri durdu, gerisin geriye döndü
Ben hiç durmadım

Birilerinin ayakları dolandı
Birileri yoruldukları yere çöktüler
Ben hiç durmadım

Birinin aklını çeldi bir güzel
Biri, diğerini kandırdı
Ben hiç durmadım

Biri ile ben kaldık
Bir de peşinden koştuğumuz güvercin
Biri vurdu güvercini
Ben durdum

Güvercin düştü
Biri vazgeçtiği yerde
Aldı özgürlüğümüzün canını

30 Ağustos 2013 Cuma

BİZ ÜÇ ARKADAŞ

     Bizim şu küçük zeka küpü piç ne güzel söylemişti o gün ''Biz üç arkadaş hiç ayrılmayalım'' diye.

     Bir gün biz bu üç arkadaş halk kütüphanesine gitmeye karar verdik. Halk kütüphanesinde çoğu zaman okumaya değecek nefis kitaplar çıkıyordu. Kütüphaneye varınca hepimiz bir tarafa dağıldık. Yapacak hiç bir işimiz olmamasına rağmen sanki vaktimiz çok kıymetliymiş gibi hemen kitaplara bakınmaya koyulduk. Birden o an çok garip bir şey oldu ve rafların arasında gezinirken kocaman bir et beninin bana doğru geldiğini fark ettim. O zamana kadar hiç bu kadar büyüğünü görmemiştim. Kadının tam burnunun altındaydı. Yüzü o kadar kırışıktı ki, bir kısmının da etlerinin altına gömülmüş olduğunu düşündüm et beninin. Bir çeşit buz dağı gibiydi. Ama etten yapılmış gibiydi.

     Bir milyon yaşında olduğunu düşündüğüm kütüphane görevlisi kadın, yanıma gelip ''Evladım yarım saattir seni izliyorum neden aldığın hiç bir kitabı doğru yerine koymuyorsun?'' dedi. O zamana kadar böyle yaptığımın farkında değildim ''Vay canına'' dedim. Yaşlı kadın ''Bende öyle düşünüyorum yaptığına şaşırmamak mümkün değil'' diye karşılık verdi. ''Vay canına bende dudaklarınız yok zannediyordum. Yakından bakınca et beninizin arkasında oldukları fark ediliyor ama. Endişelenecek bir şey yok.'' dedim. O an düşündüğüm sadece buydu. Yaşlı kadın sakince ''Seni piç velet'' diye fısıldadı. Ama yanlışı vardı. Piç olan ben değil, bizim ufaklıktı. Onu çağırdım hemen yanımıza. Gelir gelmez bir den irkilerek ''Vay canına bu kadının dudakları yok.'' diye bağırdı. Sesi biraz yüksek çıkmıştı. Ben hemen araya girdim.''Yok bende önce öyle sandım ama dikkatli bakarsan eğer et beninin arkasında olduklarını görürsün'' diye sakinleştirmeye çalıştım. Bizim ufaklık tekrar söze girdi. ''Evet, evet dikkatli bakınca fark ediliyor.'' Yaşlı kadın kafasını iki yana sallayarak ''Siz yeni nesil ne zaman adam olacaksınız?'' dedi.

     ''Hanım efendi siz de -otomatik portakal- var mı?'' dedi kadının arkasından bir ses. Bu bizim üç numaralı arkadaşımızdı en aklı başında olanımız oydu. Kadın ''Size ayıracak vaktim yok'' derken bize, arkaya doğru yavaşça dönmeye başladı. Çok yavaş hareket ediyordu gerçekten. Dönüşünü tamamlamak üzereyken tam bizim üçüncü arkadaştan ''Aaaaaa!'' diye bir çığlık geldi. Ses kütüphanenin duvarlarında çınlamıştı resmen. Bütün kütüphane dönüp bize ters ters bakarken hızlıca eli ile ağzını kapadı. Sonra yavaşça elini çekerken çok gizli bir şey söylüyormuş gibi yaşlı kadına fısıldadı. ''Hanım efendi dudaklarınız ?'' Bizim küçük piç gülümsedi ve araya girdi ''Yok yok. Ben de ilk başta öyle sandım. Bekle dönmesi bitsin, sol alt taraftan dikkatlice bakarsan gözüküyor. Konuşunca da biraz belli oluyor'' demesiyle kadın isyan etmiş gibi benini çekiştirmeye başladı. Çok ilginçti benini çekiştirince bir den yirmi yaş gençleşiyordu. Yüzündeki kırışıklıklar ahenkle dalgalanmaya başladı. ''Yapmayın efendim aman.'' dedi bizim aklı başında olan arkadaş. Dediyse de, kadın ben'i koparmaya niyetliydi. Kadının, sebepsiz yere ve aniden ortaya çıkan bu mazoşist tavırlarına bir anlam verememiştik doğrusu. Bu kadar yaşlı olunca insan gel gitler yaşıyor olmalıydı. O ve beni arasına girmenin doğru olmadığına karar verdim. Sonuçta özel hayatlarına burnumuzu sokmak doğru olmazdı. Kendi sorunlarını kendileri çözmelilerdi. O an kendimi böyle düşündüğüm için neredeyse tebrik edecektim. Çok aklı başında bir karar vermiştim. Bizimkilere sorma zahmetine bile girmeden döndüm ve ''Haydi onları biraz baş başa bırakalım'' dedim ekibe. İkisi de kadının bu hastalığına üzülmüş olarak kafalarını öne eğip yürüdüler ve kütüphaneden çıktık.

     Bizim ufak piç dışarı çıkınca durdu. O durunca biz de durduk. '' Ne oldu? Neden durdun? '' diye sordum. '' Şu kadın '' dedi sadece. '' Ne olmuş o kadına? '' diye sordu bizim üçüncü aklı başında olan arkadaş. Bizim küçük piç cevap verdi '' İşte öyle et benini çekiştirmeye çalışması çok kötüydü. Yıllarca beraber yaşamışlar şimdi birden sebepsiz yere ayrılmaya çalışmasını görünce içim cız etti. Biz üç arkadaş hiç ayrılmayalım. '' dedi. Biz güldük. '' Hadi gidip bakkaldan gazoz alalım dedim.'' Hep beraber bakkala doğru yola koyulduk.


14 Ağustos 2013 Çarşamba

UZAK DOĞU TARZI HÜZÜN

Çocuk, kız giderken arkasından '' 是勢所必至;因 '' diye bağırdı. Kız hayretler içerisinde dönüp çocuğa kısa süreliğine bir bakış attı ve gözlerini, çocuğunkilerden ayırmadan '' 是勢所必至;因此,台灣非但應順勢而為,更應因勢利導。因而,不 論是國民  黨或民進黨執政,均應努力爭取在 '' diyerek serzenişte bulundu. Çocuk hatasını anlamıştı '' 是勢所必至;因此 ,台灣非但應順 '' dediyse de artık bir anlamı yoktu. Zaten gitmeyi kafasına koyan kız bir de bunun üzerine hiç durmayı düşünmedi. Ve kız giderken çocuk sadece, kızın adımlarını saymakla yetindi. Köşeyi dönene kadar 28 adım atmıştı. Çocuk son kez sessizce '' 是勢所必至; '' diye fısıldadı ve yenilgiyi kabul etmişçesine başını öne eğip, kızın gittiği yönün aksine doğru yürümeye başladı.

Yazılmaya gerekli görülen not: Bu hikaye için bana ilham veren Vicki Zhao Wei 'ye saygılar.




5 Ağustos 2013 Pazartesi

ADALET

''Adalet ne demek, baba?'' diye sordu çocuk. ''Ben de ne anlama geldiğini artık bilmiyorum.'' dedi adam, takvim yaprakları 05.08.2013'ü gösterirken.

29 Temmuz 2013 Pazartesi

MECNUN'DAN BİHABER MECNUN OLMAK İSTEYEN DELİKANLI

     Delikanlı oturduğu bankta uzaklara dalmış gözlerine ağır gelen damlaların süzülüp yere düşmelerine izin vermekle meşguldü. Dünya yıkılsa umurunda değildi. Ne de olsa kendi dünyası yıkılmıştı.

     O kadar dalgındı ki, yanındaki ihtiyarın bir süredir ona seslendiğini ancak bastonu ile onu dürttüğünde anlamıştı. Gerçek dünyaya dönmüş şaşkın şaşkın ihtiyara bakıyordu. İhtiyar sessizliği bozdu;

- Hayırdır evladım. Memleket elden gitti de benim mi haberim yok?

     Delikanlı göz yaşlarını silerken yerli yersiz gülümsedi ve yanıtladı;

- Çok sevmiştim amca, saçının teli kopacak diye gözlerinin önüne düşen perçemini bir kere bile yana atamadım. Ama o ne yaptı? Öylece gitti. 

- Korkuyor musun peki evladım?

- Çok korkuyorum. Biliyorum. Bu acı da zamanla bitecek. Önce sesi gidecek. Sonra yüzü yavaş yavaş silinecek hatıramdan. Kokusu çoktan gitti. Zorlayacağım kendimi ama hatırlamayacağım. Hayat normale dönecek. Eşyaları bile acı vermeyecek zamanla sadece yüzümde aptal bir tebessüm yaratacak. Herkes öyle diyor zamanla unutacakmışım. Laf! Unutmak istemiyorum ben. O gitti. Acısı neden gidecek ki? Ondan bana kalan tek gerçek his bu acı. Bari o gitmesin amca. Gerçekte onu hissedebildiğim tek duygu bu. Onun bile kaybedecek kadar aciz miyim? 

     Derken delikanlının gözleri tekrar nemlendi. İhtiyar bastonunun tersiyle delikanlının diz kapağının biraz altına orta şiddette bir darbe indirdi.

- Ah!

     Ve araya girdi;

- Kays, mevlayı bulma yollarında, Leyla'dan geçme faslındaydı ki, ona tutuldu. '' Firkatin bana kafidir, vuslata taakatim yoktur.'' der; yani ''Ayrı oluşumuz bana yeter, bir araya gelmeye gücüm yok'' der senin anlayacağın lisanda. Öyle sevdi işte Kays. Ve o Kays, Leyla'yı unutmamak için Mecnun olmayı göze aldı. Biçare oldu. Çöllere vurdu bedenini. Tam da senin dileğini diledi Mevla'dan. İstediği de oldu. Ömür boyu bu acı ile bitti tükendi. Sen istiyorsun ki Mecnun olayım. Olamazsın evlat. Devir o devir değil çünkü. Seni neden terk etti de bakalım?

- Artık beni sevmiyormuş. Halbuki sever gibi yapsa ben ona da razıydım.

     İhtiyar bastonunun alt kısmıyla çocuğun sağ ayağının baş parmağına yakın bir yere orta şiddette bir darbe indirdi.

- Ah! Yine ne dedim?

     Ve konuşmaya devam etti.

- İşte bu yüzden Mecnun olamazsın evlat. Sesini unutacaksın. Yüzünü unutacaksın. Kokusunu, hatıralarını. Bir tek adını hatırlayacaksın zamanla o da acı vermeyecek. Belki bir çiçek alırsın ona ismini verirsin belki bir balığa. Benim de bir hanım vardı. Geçen hafta ellerimle toprağa verdim gonca gülümü. Öyle derdim ben ona. Hiç sevmeden evlenmiştim, Allah biliyor ya. Bana bir gün olsun saygısızlık etmedi. O kadar kötü davrandım ki ona. Bir kere gidiyorum demedi. Sonra aniden sonsuza kadar gitti. O zaman anladım. Kaybetmek kurşun yarası gibi ağır gelir yaşın kaç olursa olsun. Gonca gülüm bir daha gelmeyecek. Benimde pek zamanım kalmadı. Vuslatımız çok yakın. Biliyorum.

     Bunu söylerken delikanlıyı unutmuş, gülümsüyordu ihtiyar. Delikanlı araya girdi;

- Bey amca, aynı şey mi? Siz bir ömür geçirmişsiniz. O benim için daha doğmadan ölen uzak bir ihtimal artık.

     İhtiyar yüzünü buruşturup, bastonun tersi ile delikanlının kafasına orta derecede sayılabilecek bir darbe indirdi. 

- Ah! Ama ne desem vuruyorsun sende bey amca.

     Ve konuşmaya devam etti.

- Sen beni hiç dinlemiyor musun aptal çocuk? Biz birbirimizi hiç sevmedik. Sende git sevmeyeceğin birini bul. Sevenlerin bir ömür birlikte olduğu kaç tane hikaye dinledin. Bu yolun sonu hep acıya çıkar. Hep kaybedersin. Mesele; kaybetmekten korkmayacağın gonca gülünü bulmak. Bir ömür sürecek mutluluğun sırrı bu. Tabi bunu ikinizden birinin ömrü bitmeden anlamayacaksın. Hayat böyle. Hadi şimdi acıların bitince bu dediğimi yap. Şu an sana ben dahil kimsenin yapabileceği bir şey yok. Zamanla acıların son bulacak ve o zaman dediğim lafları unutma; kaybetmekten korkmayacağın birini bul.

     İhtiyar sözlerini böyle bitirip usulca kalktı çünkü biliyordu; Ne söylese delikanlı, aptalca bir laf edecek ve o yine bastonu kafasına indirmek zorunda kalacaktı. Ne de olsa kendide bir zamanlar genç ve aşık olmuştu.


28 Temmuz 2013 Pazar

BİR TECAVÜZ VAKASI

     ''Susma'' dedi orta yaşlı kadın. ''Ağla rahatlarsın''. Küçük kız ne konuştu, ne de ağladı. Sadece sustu. Böyle bir travma geçirdiği için kimse onu suçlamıyordu. Bu yaştaki bir kızın tecavüze uğraması gerçekten kolay atlatılacak bir durum değildi. Yine de ufacık ta olsa bir tepki vermesi herkesin beklentisiydi. Ama o sadece sustu.

     Malum, kimse düşerken duramaz. O kız da düşüyordu. Durmaksızın kör kuyuların en kuytu köşelerine doğru düşüyordu. Kendi benliğinin en derinliklerine saklanmak istiyordu. Herkesten kaçmak, kimsenin onu bulamayacağı yerlere saklanmak istiyordu. Fakat böyle düşünmesine rağmen bir türlü yalnız kalamıyordu. Başı hep kalabalıktı. Bu yüzden de kendi içinde bir yerlerde saklanıyor; hiç konuşmamayı tercih ediyordu.

     Bir kaç gün henüz geçmişti. Küçük kız tramvayı atlatamamıştı ki, bir telefon geldi. Telefondaki ses kıza tecavüz eden şüphelilerin 9 ununda yakalandığını söylüyordu. Sürat ile mahkemeye çıkacaklardı. Olay çoktan medyatik olmuştu. Tüm ülkenin gözü, sadece yalnız kalmayı isteyen, bundan başka arzusu olmayan bu göz bebekleri titreyen kızın üzerindeydi. Kız tedirgin adımlarla arka kapıdan mahkeme salonuna getirildi.

     Yere bakıyordu. Kafasını kaldıramıyordu. Mahkemeye çıkacak diye yeni ayakkabılar almışlardı. O parlayan rugan ayakkabıların ucundan başka hiç bir yere bakışlarını çevirmiyordu. Herkesin kendisine baktığını biliyordu. Vücudu titremeye başladı. Tıpkı o geceki gibi. Sonbaharda ağaçta kalan son yaprak gibi titriyordu. Dokunsalar kopuverecekti dalından.

     Hakim sordu: '' Kızım o gece neler oldu?'' diye. Kız utancından yerin dibine girecekti. Bir türlü unutmak istediği o geceyi, insanların ona tekrar tekrar hatırlatma gayretine bir anlam veremiyordu. Sustu. Cevap vermemeyi tercih etti. Bakışları hala yere doğruydu. Hakim soruyu tekrar etti ama yine aynı sessiz cevabı aldı. Israr etmedi. Kızın avukatı bir süre konuştu. Sonra davacının savunması bitince, söz hakkı sanıklara geldi. Kız onlar konuşurken kulaklarını kapadı. Ama sesleri hala duyabiliyordu. Sanıklardan biri kızın kendilerini tahrik ettiğini söyledi. Kız o sesi tanımıştı. Şimdi biraz donuk gelen ses, o gün kahkaha atarken daha ince çıkıyordu. Kulaklarına daha sıkı bastırdı avuç içlerini. Zaman o salonda kız için çok ağır işliyordu.

     Sonunda dava sonuçlandı. Hakim davayı ileri bir tarihe attı ve tecavüzcülerin ikisinin tutuklu yargılanmasına kanaat getirirken, diğer yedisinin kız tarafından tahrik edildikleri şüphesi aksi yönde ispatlanana kadar, tutuksuz yargılanmalarına kanaat getirdi. Kız kulaklarına inanamıyordu. O adamlar dışarıda bir yerlerde dolaşacaklardı. O anda kendince karar verdi ve hemen eve dönüp ölene kadar odasından çıkmamak istedi. Ailesi bu kararı alan hakime yalvarır gözlerle bakıp, hala kararını değiştirir mi umudu ile gözleri nemli öylece duruyorlardı. Çabaları beyhude idi.

    Ertesi gün tüm gazeteler olayı korkunç bir trajedi olarak manşetlerine taşırken, görsel medya ise kızın mahkeme çıkışındaki görüntülerini hiç umursamadan ekranlarına yansıtarak onu mağdur olarak nitelendiriyorlardı. Karardan sonra, bir kaç sosyal toplum örgütü kızın resimlerini göğüslerine yapıştırarak meydanlarda slogan atarken, bireysel olarak ta insanlar kızın tecavüzcüleri için nefret dolu söylemlerde bulunuyorlardı.

     Olayın üzerinden bir hafta geçmişken, başka bir olaydan dolayı gündemin değişmesi ile, bu kız artık kimsenin dikkatini çekmiyordu. Herkes nefret oklarını yeni gündeme çevirmiş, fikirlerini paylaşıyorlardı. Kız kendisine verdiği sözü tutuyordu. Bir haftadır odasından dışarı adım atmıyordu. Tecavüzcülerinin onu kapının ardında beklediklerini, bu olaydan dolayı kendisine çok kızgın olduklarını ve çok daha kötü şeyler yapmak için can attıklarını düşünüyordu.

    Sonra kız dayanamadı ve bir sabah yaşamına son verdi. Bu olay gündemi bir haftalığına daha meşgul ederken, bir hafta sonra tüm toplum, yaşanan bir kadına şiddet olayı ile bu kızı bırakıp tüm nefretlerini tekrar, kadına şiddeti uygulayan adama yönelttiler. Çünkü yapacak çok şey vardı daha. Tüm vakitlerini bu kıza harcayamazlardı duyarlı toplum vatandaşları. Yardıma muhtaç çok insan vardı daha.

Tecavüzcülerden tutuklu olan ikisi açıklanmayan bir olay nedeni ile ceza evinde ölmüşlerdi. Diğerleri ise artık yüzleri unutulduğu için yaşadıkları şehirleri değiştirmiş hayatlarına devam ediyorlardı.


   

26 Temmuz 2013 Cuma

HAYAL GÜCÜ + BİLİNÇALTI = YARATICILIK

Yaşı 25 civarlarındaydı. Bir devlet dairesinde memur olmalıydı zira dizinin bir karış altındaki ekose etek ve 80'ler den kalma yakaları fırfırlı gömleği ile birlikte tüm belirtiler öyle olduğunu işaret ediyordu. Saçlarını topuz yapmıştı. Tahmini biraz daha ileri götürürsek büyük ihtimal öğretmendi.

Bizim mahalleye taşınalı henüz 3 ay olmuştu. Saçlarını hiç açık görmemiştim. Her gün aynı şeyleri yapıyor olmalıydı. Bizim evin önünden her geçişinde kaldırımın sağ tarafından yürüyordu. Onu bir kez olsun sol taraftan yürürken görmedim. Değişiklikten pek hoşlanmadığı belliydi. Çok sıkıcı bir hayatı olmalı diye düşünüyordum. Ta ki o güne kadar...

Buradan sonra aslında bana ihtiyacınız yok. Hayal gücünüzü kullanabilirsiniz...

Bol şans.


18 Temmuz 2013 Perşembe

İHTİYAR RESSAM VE GENÇ KIZ

İstanbul'a yeni gelmişti ihtiyar ressam. İlk işi sırtında tuvali ve elinde valiziyle Beyoğlu'na gitmek oldu. Bir kaç gün dışarılarda kaldıktan sonra nihayet kendisine ucuz, derme çatma bir ev bulabildi. Bu yere pek ev denilemezdi ama yine de o halinde memnundu. Şaheserini bu evde yapacaktı içine doğuyordu. Tek derdi bir tane odası olan bu çatı katının yeterince ışık almamasıydı. Bu romatizmaları için kötüydü fakat, bundan daha iyi bir yere de parasının yetmeyeceğini gayet iyi biliyordu. Hayatı boyunca hiç iyi kazanamamıştı.Ama o bir gün adının, Picasso ve Van Gogh ile anılacağı eserini ortaya çıkartacağından şüphesi yoktu. Zaten bu yüzden İstanbul'a gelmeye karar vermişti.

 Özenle tuvalini ve fırçalarını pencerenin önüne yerleştirdikten sonra eli ile cebini yokladı. Depozito ve kirayı verdikten sonra neredeyse hiç parası kalmamıştı. Bu gece bir resim yapıp, yarın satmayı umuyordu yoksa; açlıktan ölebilirdi. Dışarı ekmek ve biraz zeytin almak için çıktı.

Bir birini izleyen günler ve ayların ardından zaman zaman yaptığı tabloları satarak geçimini sağladı ihtiyar. Yine de beklediği şaheseri bir türlü yapamamıştı. Umudu hala canlıydı. Romatizmaları iyice ıstırap verir olmuştu. Artık çok az dışarı çıkabiliyordu. Merdivenleri inmek işkence gibi geliyordu. Eskiden yaptığı doğa, deniz manzaralarını özlüyordu. Şimdilerde ise odasından neredeyse hiç çıkmadan, sokağI gören manzarasından bakıp kurduğu hayalleri resmediyordu. Hayal kuramadığı zamanlarda komşuların getirdiği yiyecekleri bile resmettiği oluyordu.

Bir gün alt katlarına bir üniversite öğrencisi taşındı. Kız hostes olmak için okuyordu. Okuldan kalan zamanlarda da bir kafede çalışıyordu. Kısa sürede yukardaki huysuz ihtiyarın namını duyup onunla tanışmak için yukarı çıktı. Gerçekten de ihtiyar anlattıkları gibi çok huysuzdu. Elbette sonradan böyle olmuştu. Dışarı çıkıp resim yapamamak ihtiyarı gün geçtikçe aksi biri haline getirmişti. Her ne kadar ilk gün bu uçmaya meraklı kızı aynı huysuzlukla karşılamış olsa da, kızın kolay vazgeçmeyen yapısı sayesinde ilerleyen günlerde güzel bir dostlukları olmuştu.

Kız okul ve kafe dışındaki tüm vaktini huysuz ihtiyarın yanında geçiriyordu. Tatili olan tek gün dışarı çıkıyor ve bütün gün geziyordu. Sonra koşar adım huysuz ihtiyarın yanına gelip gördüklerini anlatıyordu. İhtiyar da resimlerini çiziyordu. Kız çalıştığı kafeye ihtiyarın resimlerini koymak için izin bile almıştı. İhtiyar artık komşulardan yemek kabul etmiyordu. Resimleri arada bir satıldıkça, kız parası ile ona yiyecek ve boya alıyordu. Bu durum ihtiyarı gururlandırıyordu.

Kız son sınıfa gelmişti. Dostlukları epey ilerlemişti. Gelecek planlarını ihtiyar adama anlatıyordu. Nerelere uçmak istediğini. Ona gittiği ülkelerden ne kadar çok hediye getireceğinden bahsediyordu; öyle ki, koyacak yer bulamayacaktı. İhtiyarda artık huysuzluk kırıntısı bile kalmamıştı. Aksine hayat doluydu. Romatizmaları bile eskisi gibi azmıyordu. Kendi kızı gibi seviyordu bu kızı. Artık bir şaheser yapmakta umurunda değildi. Tek dileği ölmeden kızın hayalinin gerçek olduğunu görmek istiyordu.

Kızın mezuniyetine pek bir şey kalmamıştı. İhtiyar, kız için bir mezuniyet hediyesi yapmaya karar verdi. Kızın en çok gitmek istediği ülke İtalya'ydı. Sürekli gitmediği halde ihtiyara İtalya'dan bahsederdi. İhtiyarda kızın anlattıklarından ona İtalya'yı resmetmeye koyuldu. Kızın resmin bitmiş halini görünce yüzünün alacağı hali düşündükçe, yetmiş üç yaşındaki kalbi tıpkı gençliğinde çok ünlü bir ressam olmayı hayal ederek çıkmaya karar verdiği bu yolculuğun başındaki gibi hızla çarpıyordu.

                                                                      ***

Dışarıda fırtına vardı adeta. Kız üç haftadır uğramıyordu. Resim neredeyse bitmek üzereydi. İhtiyar, kızın okulu bitirebilmek için çok ders çalıştığını bu yüzden gelemediğini düşünüyordu. Yine de içinde bir huzursuzluk vardı. Geride kalan koca dört yıl içerisinde bir çok kez finallere hazırlanmıştı ama hiç bu kadar ara vermemişti uğramak için. Sonunda dayanamadı ihtiyar. Tüm gücünü topladı ve kızın dairesine inmek için dışarı çıkmaya karar verdi. Son üç yıldır odasından dışarıya adımını dahi atmamıştı. Kapının diğer tarafına geçmek onu biraz korkutuyordu. Dışarıya hepten yabancılaşmıştı. Ama bunu yapmak zorundaydı. Onu tekrar hayata bağlayan, öz kızı gibi sevdiği bu kız için yapacaktı.

Merdivenleri ağır ağır indikten sonra nihayet kızın dairesine gelmişti. Kapının önünde biraz soluklandıktan sonra ağır ağır vurdu kapıya. Esmer ve genç bir delikanlı açtı kapıyı bu kızın sevgilisiydi. ''Buyur bey amca kime bakmıştın'' dedi esmer genç. İhtiyar karşısında kızı görmeyi umuyordu bu yüzden şaşırmıştı biraz. '' Ben Melis'e bakmıştım'' dedi kısık sesle. Melis lafını duyunca gencin yüzü birden tarifsiz bir kederle kaplandı. '' Gel bey amca gel'' diye yanıtladı. Gencin yüz ifadesi ihtiyarın hiç hoşuna gitmemişti. İçeriye girmeye korkuyordu. Yorgun kalbi hızla çarpıyordu. Ağır adımlarla içeriye doğru ilerledi. Salona girdiğinde bir kaç kişilik bir kalabalık ona bakıyor ve kim olduğunu anlamaya çalışıyorlardı. Fakat ihtiyar gözlerini dehşet içerisinde açmış yatakta yatan genç kıza bakıyordu. Kızın yanı başında duran annesi ihtiyara bir şeyler söyledi ama o hiç bir şey duymuyordu. Sadece yatakta yatan kıza bakıyordu. Kız da ona bakıyordu. Gözlerini bir birlerinden ayırmıyorlardı. İhtiyarın gözlerindeki dehşete rağmen, kızın solgun yüzünde birer zümrüt gibi parlayan yeşil gözleri günler sonra ilk defa gülüyordu. Kızın annesi ihtiyarın kim olduğunu bilmiyordu fakat, kızını günler sonra ilk defa o halde görünce içini büyük bir sevgi kapladı bu ihtiyara karşı. İhtiyar kızdan gözlerini ayırmadan yavaş adımlarla ona doğru yürüyordu. Yaklaştıkça kızın bir lokma kalmış vücuduna, çökmüş avurtlarını şaşkınlıkla inceliyordu. Bu yatan kız Melis'e hiç benzemiyordu. Ona benzeyen tek yeri hala kocaman yeşil olan gözleriydi. Ama onlarda eskisi gibi bakmıyordu. İlerleyip yatağın yanına geldi. Bir an gözü kızın başında duran serumla takıldı. Ağır ağır gözüyle serumdan kızın koluna giden hortuma baktı. Kız bunu fark edip kolunu yorganın altına gizlemeye çalıştı. İster istemez ihtiyarın gözünden iki damla yaş süzülüp sakallarının arasında kayboldu. Kız, ihtiyarın aksine gülümsüyordu. Cılız ve yorgun sesiyle ''Hoş-gel-din'' dedi konuşmakta zorlanarak. İhtiyarın dayanacak gücü kalmamıştı. Kızın sesini duyar duymaz ayaklarının bağı çözüldü ve kızın yanı başına oturdu. Ağlamamak için zor tutuyordu kendini. Kızın elini sıkıca kavradıktan sonra hafifçe gülmeye çalışarak '' Hoşbulduk'' dedi. Kız bunun akabinde kısa ama şiddetli bir öksürük nöbetine girdi. Kız öksürdükçe ihtiyarın kalbi parçalanıyordu. Kendini toparlamaya çalışıp '' Ne oldu sana böyle ?'' diye nazikçe sordu. Kız gülümsemeye çalışıp, '' Üşütmüşüm biraz '' dedi. İhtiyar bunun yalan olduğunu bildiği halde kıza gülümsedi. Sonra kız hafifçe doğrulmaya çalıştı ama çok güçsüzdü başaramadı. İhtiyar ne yapmak istediğini anlamıştı ve kıza doğru yaklaştı. Kız kocaman yeşil gözleriyle annesine ve odadakilere baktıktan sonra ihtiyarın kulağına kimsenin bilmediği bir sır veriyormuşçasına fısıldadı; '' Biliyor musun? Sınavları kaçırdım. Bir daha asla hostes olamayacağım. Sana o hep sözünü verdiğim hediyeleri de getiremeyeceğim. Affet beni.'' İhtiyar ölüm döşeğinde bile kendisini düşünmeyen bu kızın karşısında bir çocuk gibi ağlamamak için zor duruyordu. Kendini bir kere daha toparlayıp kızın kulağına eğilip, '' Kazın ayağı öyle değil '' dedi. Kız pek bir şey anlamamıştı bu dediğinden.

İhtiyar kızın sevgilisi olan esmer gence yanına gelmesini işaret etti. Genç sonra yukarıya ihtiyarın dairesine çıkıp elinde bembeyaz bir bez ile sarılmış bir tablo ile aşağı indi. Kız bunun bir resim olduğunu anlamıştı ve çok heyecanlanmıştı. İhtiyar resmi kızın tam karşısındaki duvara asılmasını istedi. Bu bir süpriz olmalıydı resim asılana kadar kıza bir şey göstermediler. Sonunda kıza bakabilirsin dediklerinde kız gözünden süzülen iki damla yaşa mani olamadı. İhtiyar araya girdi '' Mezuniyetin için yapmıştım. '' dedi. Kız resme dalıp gitmişti. Tablo: Gece vakti Roma üzerinden inişe geçen bir uçağın penceresinden görünen şehrin resmiydi. Kız resmin tıpkı onun hayallerindeki gibi olduğunu fark etti. Tabi ki hayalindeki gibi olacaktı. İhtiyar Roma'ya hiç gitmemişti ki; onun bildiği tek Roma, kızın hayallerindeki Roma'ydı. Kız kendi bile duymakta zorlanacağı şekilde '' Teşekkür ederim '' dedi. İhtiyar, kızın elini hafifçe sıkarak sadece gözlerinin içine bakmakla yetindi. Kızda ona üzülme der gibi yüz ifadesini değiştirdi. O arada odada bulunan doktor araya girdi. Sanırım bu kadar süpriz yeter. Kızımızın biraz dinlenmesi gerekecek. İhtiyar bunu duyduktan sonra kızın kulağına tekrar eğilip, '' Hadi biraz yat. Ben hep burada olacağım'' diye fısıldadı. Kız gülümseyerek gözlerini yumdu.

Sonraki saatlerde ailesi kızın geçirdiği hastalıktan bahsetti ihtiyara. Çocukluğundan beri bu hastalığı taşıdığını söylediler. İhtiyar hayat dolu olan bu kızın, bu kadar kısa bir sürede nasıl böyle bir hala geldiğini hala anlayamıyordu. Bunu belkide dünyada hak edecek en son insan Melis idi, ihtiyara göre. Sonra da ihtiyar, Melisin onu nasıl yaşama bağladığını, boş zamanlarında beraber resim yaptıklarını, sonra o resimleri kızın çalıştığı kafe de nasıl sattığından bahsetti. O arada kızın sevgilisi esmer genç gayri ihtiyarı araya girdi. '' Bey amca iyide kafe de hiç resim yoktu ki!'' dedi. '' Olur mu evladım. Melis resimlerimi çalıştığı kafe de satardı. Kazancıyla da boya gibi şeyler alır getirirdi. Hatta ilk başta patronu kabul etmedi diye işi bırakmakla tehdit etmiş sonra kabul etmek zorunda kalmış. Hatta resimlere ilgi çok olunca özür bile dilemiş daha sonra.'' diye karşılık verdi ihtiyar. Genç tekrar yanıtladı. '' Ben o kafe ye sürekli giderdim Melis'i görmek için. Hiç resim yoktu. Bir defasında bir kaç tane getirdi ama üç hafta kadar resimlerin yüzüne kimse bakmayınca resimlerin olduğu kısmı, şeker macunu tezgahı ile yenilediler. Ama sanırım senin resimlerin nerede olduğunu biliyorum.'' dedi ve ihtiyarı alıp Melis'in odasını açtı. İhtiyar gözlerini kendi yaptığı tablolarla dolu olan duvardaki resimlerin arasında gezdirdi. Duvar dibinde de istiflenmiş bir çok resim vardı. Her yer onun resimleri ile doluydu. Hatta resimlere bakarken aklına Melis'in o resimleri satarken, resimleri satın alanlarla ilgili uydurduğu tüm o ilginç hikayeleri nasıl yazdığını düşündü. Hemen hemen her resmin satılırken başından ilginç bir olay geçiyordu. İşte ölüm döşeğinde içeride yatan bu kızın hayallerine ulaşamadan solup gideceğini düşündükçe kendi fazladan yaşadığı günlere lanet okuyordu. Artık çocuklar gibi hüngür hüngür ağlıyordu ve içinden yıllarca gizlediği en ağır küfürleri hayatın kendisine ediyordu.

                                                                 ***

Melis toprağa verileli 6 ay geçmişti. İhtiyar, Melis'in dairesine taşınmış orada ölümü bekliyordu. Gökyüzüne her baktığında geçen uçakların içerisinde o kocaman yeşil gözleriyle Roma üzerinden geçerken şöyle çaktırmadan uçağın penceresinden Melis'in baktığını, kendisinin de Roma'da bir çatı katının penceresinden kafasını çıkarmış,göz göze geldiklerini hayal ediyor, gülümsüyordu.

                                                              - BİTTİ -






1 Temmuz 2013 Pazartesi

Düşünmek yasaklanmadan hemen paylaşayım.

Düşünmek yasaklanmadan hemen paylaşayım. 

Bence ağaçlar kesilmesin. Ağaçlardan daha yüksek binalar dikilmesin. 


Melih Gökçek direnişçilere tuzak kuracağız diye kandırılıp Brezilya'ya gönderilsin ve orada bırakılsın


CHP ve MHP düzgün muhalefet yapsın


İnsanlar LGBT yi desteklemekten çekinmesin


Gezi Direnişine katılan özgür insanların aslında hiç bir boktan dış mihraptan emir almadığı kamu oyuna itiraf edilsin


Özgür insanlardan korkan politikacılar bundan korkmasın ve korkularını bastırmak için şiddete başvurmasın


Bay Jöleli hükümetin kıçını yalayarak geldiği mevkiden mütevellit taktiklerini insanlara açıklasın


%50 dışındaki insanlar da AKP mitinglerine katılırsa onlarada 35 tl para ödensin


Faiz lobisi faiz gelirleriyle, afrikada açlıktan ağalayan insanlara gerçek lobiler yaptırsın; oralarda bedava yemek dağıtsın


Sayın Başbakan 300-500 bin $ dolara kendi taksitlerini ödeyen gemi nasıl alınır insanlara anlatsın


Çarşı'ya kocaman bir onur plaketi verilsin


Duran adamın çantasına Başbakan'da geçerken bisküvi, su vb. bıraksın


Falanca TV kuruluşları kaç paraya satılık olduklarının listesini yayınlasın (Belki birleşip bir tane alırız)


Sayın Başbakan öfkesini kontrol altına almayı öğrensin ve herkesi olduğu gibi kabul etsin


%50 diyenler ülkeyi isyana teşvik suçuyla yargılansın


Arada bir Melih Gökçek Brezilya'da idi Ne oldu acaba? diye düşünmek bile yasaklansın


Ağaçlar kesilmesin


Ağaçlar kesilmesin


Ağaçlar kesilmesin...



30 Haziran 2013 Pazar

CEVİZ AĞACI ( Nazım Hikmet )

     Nazım Hikmet bir yaz günü, hoşlandığı bir bayana Gülhane Parkı'nda bir randevu verir. Cep telefonları o dönemlerde olmadığından mütevellit, buluşmalar biraz daha sabır ve emek istiyor olmalıydı.

     Neyse Nazım Hikmet zamanından önce buluşma yerine varır ve kararlaştırdıkları ceviz ağacının altında beklemeye koyulur. Gel gör ki Nazım Bey'in randevusuna davetsiz bir kaç misafir daha katılmak istiyordu. Zamansız yere oraya gelen polisleri gören Nazım Hikmet telaşla altında beklediği ceviz ağacının üzerine tırmanır. Neyse ki, polislere görünmeden ağaca tırmanmayı başarmıştır.

     Derken Nazım ağaca çıktıktan sonra randevu verdiği hanım efendi de ağacın altına gelir ve Nazımı beklemeye koyulur. Fakat polisler inatla çevreden ayrılmazlar. Nazım Hikmet de yerinin belli olacağı korkusu ile bir türlü, tepeden gözlediği ve ağacın hemen dibinde onu bekleyen hanım efendiye bir türlü fısıldayamaz.

     Sonra gözleri bir polislerde, bir onu bekleyen hanım efendide olan Nazım Hikmet sonunda ne yapacağını bilmeden beklemekten sıkılır ve kalemini çıkardığı gibi oracıkta bir şiir yazar. O şiire ilham veren cümle aynı zaman da  hem bu traji komik hikayenin hem de şiirin en vurucu cümlesi de olur. '' Ben bir ceviz ağacıyım Gülhane Park'ında, Ne sen bunun farkındasın ne de polis farkında.''

     Kederli gözlerle Nazım'ın yolunu gözleyen hanım efendi uzunca bir bekleyişin ardından oradan ayrılır. Sonra Polisler de ayrılır. Nazım, kendisini bekleyenleri uğurladıktan sonra ağaçtan iner ve evin yolunu tutar. Daha sonra tekrar o hanım efendi ile buluştular mı onu bende bilmiyorum. Bilen varsa hikayenin devamını dinlemek isterim.

Buyrun bu da o şiir:


19 Haziran 2013 Çarşamba

BİR ÇAPULCUNUN GÖZÜNDEN DİRENİŞ

Her şey Polis'e kitap okuyan çocuk ve kırmızılı kadının polislerin üzerine düşen dev gölgeleri ile başladı.

Tarih 31 mayıs 2013 Gezi parkı düştü. Sıraselviler direniyor. Beşiktaş direniyor. Ankara direniyor. İzmir direniyor. Adana direniyor. Eskişehir direniyor. Memleketin her yanı buram buram direniş kokuyor.

Oradaydım. Polis acımasızca sivil halka biber gazı atarken oradaydım. Dükkanlarını açık tutan bakkallar gazdan etkilenenlere süt verirken oradaydım. Eczaneler kepenkleri kaldırıp, gaz maskesi dağıtırken de oradaydım. Kadınlar ön saflarda biber gazı yiyen kişilere talcid karışımı ile tedavi etmek için mücadele ederken oradaydım. Ben yokken benim yerime orada olanlar vardı; bu yüzden ben aslında hep oradaydım. Biz hiç taksimden ayrılmadık ki!

 Derken biber gazının hiç bilinmeyen yan etkilerini öğretti direniş bize. Biber gazı kısa süreli nefes darlığı ve gözyaşarmasıyla beraber, insanların bir birlerine kenetlenmelerini sağlayan mucizevi bir bileşimdi. Bunu fark eden polis daha da yakın duralım birbirimize diye, farkındalıklarımıza rağmen daha sıkı bir arada duralım diye TOMA sularının içine de bu gazdan ilave ettiler. Teşekkürler Türk Polisi.

1 haziran Gezi Park'ı binlerce insanın özverisi ile tekrar alındı. Taksim bayram yerine döndü. Hiç bir taşkınlık yaşanmadı. Taksim'e diş geçiremeyen Polis güçleri Beşiktaş'a öfke kusuyordu. Bir ses geldi ''Beşiktaş'ta direnişçileri gaza boğuyorlar. Fena sıkıştırmışlar.'' Duyar duymaz ufak gurubumuzla Beşiktaş'ın yolunu tuttuk. Bir süre sonra ilerlerken yüzlerce insan bir arada yürüdüğümüzü fark ettim ve yüzlerce insana korna sesleriyle eşlik eden onlarca araba vardı. Belki Beşiktaş'ı kurtaramadık. Önemi yoktu. Biz Beşiktaş'a polisle kavga etmeye gitmiyorduk ki. Onlar bizim de polisimizdi. Biz Beşiktaş'a kardeşlerimizle birlikte biber gazı solumaya gidiyorduk. Ve sonunda da başardık da.

Burnu kaf dağındaki diktatör bir türlü geri adım atmıyordu. Kibir tüm benliğini ele geçirmişti. Bugün değilse bile korkarım ki onunda sonun diğer diktatörler ile aynı olacak. Bunu ben söylemiyorum elbette; Tarih söylüyor.

Direniş kaba kuvvetle değil, küfürlü sözlerle değil fakat, küfürden, kaba kuvvetten de beter kıvrak zekasıyla hala devam ediyor. Bunu bu ateşi küllerinden doğuran '' Duran Adam'' a borçluyuz.

Bu iş bittiğinde. Tüm dünya AKP hükümetini, halkına ettiği zulümle hatırlarken, direnişteki gençleri, doktorları, avukatları, anneleri, özverili iş adamlarını zulme boyun eğmeyen özgür çapulcular olarak hatırlayacak.

Biz ülkeyi bölmek istemiyoruz. Biz sadece halkın isteklerini yok sayan, onları görmezden gelen ve geldikleri yerleri unutan koltuk sevdalılarına kendimizi hatırlatıyoruz. En önemlisi işlerini nasıl yapmaları gerektiğini öğretiyoruz.

Biz şiddete karşıyız. ( Karşıyız demişken burada ÇARŞI' yı anmamak olmaz ) bizim şiddetimiz;

Park'ta kitap okuyan gençlerin sayfa aralarında, Kırmızılı kadın'nın uçuşan saçlarında, TOMA'ya karşı tango yapan çiftin ritimlerinde, Piyano çalan adamın notalarında, Duran Adam'ın sessizliğinde, her biri sokak sanatçısı gençlerin duvar yazılarında, engeline rağmen ayakta durmaya çalışan koca adamın dizlerinde.

Yani anlayacağınız bizim şiddetimiz, şiddete karşı takındığımız tavrımızda

Not: Polis bizimde polisimiz. Yarın belki karşısında durduğumuz polisler bizleri de koruyacak fakat unutulmamalıdır ki; polislerin kelepçelediği doktorlar da gün gelecek polisleri tedavi edecek.

Bu vatan aşkı hepimizin. Bu aşkı kirletenlerin karşısında bir halk ayaklanmasıdır bu direniş.

Umarım Sayın Başbakan'ımız halkını görmezden gelmeyi, onların isteklerini dinlemeyi bir gün hatırlayacak. O zaman bu direniş biter belki.

Çapulcu...




26 Mayıs 2013 Pazar

KISA HİKAYE ( 2 )

     Adam kollarını açmış, çocuğun ona doğru koşmasını bekliyordu. Çocuk duraksadı. Adam '' Tam da burada bana doğru koşman gerekiyor evlat'' dedi. Çocuk yüzünde o kocaman gülümsemesi ile adama doğru koşmaya başladı. Adam, çocuğu tuttuğu gibi havalandırdı ve kendi etrafında dönmeye başladı. Çocuk mutluluktan ayakları yerden kesilmiş gibi hissediyordu. Adam durduktan sonra çocuğun boyuna gelebilmek için eğildi ve gözlerine bakarak; '' Bir daha benden habersiz uzaklaşmak yok. Kaybettim sandım seni. Çok korkuttun gerçekten beni. Anlıyor musun? Bir daha yanımdan ayrılmak yok! '' dedi. Çocuk, endişeli gözlerle babasına bakarken kafasını aşağı yukarı yavaşça sallamakla yetindi. Adam sanki bir daha hiç bırakmayacakmış gibi çocuğun elini tuttu. Eve doğru yola koyuldular.

     Mevsimler değişti. Nice kışlar yaza döndü, yazlar da kışa. Böyle böyle yıllar geçti. Telaşlı telaşlı bir adam parkta dolanıyordu. Sonra birden durdu ve öfkeyle ağacın dibindeki gölgeye çökmüş yaşlı adama doğru ilerledi. Yaşlı adamla aynı hizaya gelebilmek için eğildi ve gözlerine bakarak '' Neredeydin sen. Kayboldun diye aklım gitti. Kaç kere yalnız başına dışarı çıkmaman gerektiğini söylemedim mi baba sana?. Biliyorsun hafızan eskisi gibi değil. Dönüş yolunu unutuyorsun. Sana bir şey olsa ne yaparım ben.'' diye adama öfkeyle söylendi. Aslında öfkelendiği yaşlı adam değil, kendisiydi. Babasına göz kulak olamadığı için kendisine kızgındı adam. Yaşlı adam endişeli gözlerle çocuğuna bakarak kafasını aşağı yukarı yavaşça sallamakla yetindi. Adam sanki hiç bırakmayacakmış gibi babasının elini tuttu. Eve doğru yola koyuldular. İhtiyar adam çocuğunun elinden tutmuş eve doğru yürürken bir an aklından seneler önce aynı durumda kaybolduğu için endişelendiği çocuğunun, şimdi aynı endişe ile kendi elini sıkıca nasıl kavradığını düşünerek, gözlerinden süzülen ince yaşlarla yürümeye devam etti.

Not: İnsan çoğu zaman hayatta ne ekerse onu biçiyor. İstisnalar kaideyi bozmaz elbette. Bunu vurgulama çalıştım elim döndüğünce. Aile bağlarının, ayakkabı bağlarından bir farkı olduğunu hatırlamak gerek sıklıkla.



22 Mayıs 2013 Çarşamba

KISA HİKAYE

''Ben hiç yaşlanmayacağım'' dedi kadın. ''Kazın ayağı öyle değil.'' dedi adam. Sinirlendi kadın. Gülümsedi adam. Sarıldılar. Beraber yaşlandılar.


20 Mart 2013 Çarşamba

Kore'de Bir Bahtsız Bedevi

'' Koreli bir kız ile birlikte olmak istiyorum'' dedi Ayhan arkadaşına. Arkadaşı gülümsedi '' Abi zaten Kore'deyiz. Kore'deyken, koreli bir kız ile birlikte olman konusunda bir engel görmüyorum ben'' diye yanıtladı. Ayhan'ın cevabı gecikmedi '' Olum onlar bize bakmaz. Denemedim mi zannediyorsun?''

     '' Geçen gün bir kitapçıya girdim. Koreli yazarların olduğu rafa yöneldim. En kalın olan kitabı elime alıp şöyle bir çevirdim. Zaten korece bilmiyorum bari bilgisizliğimin içinde boğulayım dedim. En kalın kitabı karıştırırken, gözüm bir taraftan da arkamda ki kitaplara bakan koreli kızdaydı.'' '' Eee sonra ne oldu?'' diye araya girdi Ayhan'ın arkadaşı. Ayhan bir şey demeden devam etti; '' İşte baktım ilgisini çekemiyorum kitabı yere fırlattım. Kitap kalın olduğu için bayağı ses çıkarmış olacak ki, Herkesin bakışları bana yöneldi. Fakat, o koreli kız dönüp bir kere bile bakmadı. Yanında ses bombası atmışım gibi düşün. Ses o derece şiddetliydi ama o bir kere bile dönüp bakmadı.'' deyip derin bir nefes alıp, bıraktı Ayhan. Arkadaşı tekrar araya girdi. '' Sende buna dayanarak onlar bize bakmaz diyorsun öyle mi?'' Ayhan hafif sitemkar '' Tabi ki hayır.'' dedi ve devam etti. ''Sonra kalın kitabı yerden aldım. Rafa geri koyarken, bu defa da rafın sağındaki sırayı olduğu gibi devirdim'' Arkadaşı hafifçe gülümseyerek '' Eeeee '' dedi. '' Eee si bunu bilerek yapmadığım için utandım tabi hızlıca kitapları toplamaya girişirken kızın arkamda olduğunu unuttum ve eğilirken kıza göt attım.'' Arkadaşı gülerek araya girip, sözünü kesti; '' Kıza göt mü attın?'' dedi ve kahkahayı bastı. Ayhan devam etti '' Evet bildiğin kalçamla aparkat çektim. O da önündeki kitaplığa çarptı. Sanırım onun olduğu raftan da bir kaç kitap düştü.'' dedi ve hafifçe gülümsedi Ayhan. Arkadaşı tekrar araya girdi. '' Olum hadi korece bilmiyorsun anladık da, sende vücut dili de hiç yokmuş'' 

     Ayhan; '' Bence hemen gülme daha erken çünkü şunu dinle bir de'' dedi ve ekledi; '' Sonra kafayı bir kaldırdım herkes kıza bakıyordu. Bende panikledim tabi suçu kızın üzerine atayım dedim. Arkasından elimle hep bunun yüzünden ne sakar kız der gibi işaretler yaptım. Alçağım olum ben. Neyse, sonra bütün kalabalık koşarak bizim oraya geldiler. Her halde Kore'de kitaplık devirmek çok büyük bir hakaret sayılıyor diye düşündüm.'' Ayhan'ın arkadaşı bir kez daha araya girdi. '' Olum biraz daha zorlasan iç savaş çıkaracakmışsın.'' Ayhan aldırış etmeden devam etti. '' Geç dalganı sen. Meğer ben kendi kendime tribe girmişim. Kimsenin beni gördüğü yokmuş. Zaten çekik çekik nereye baktıkları da belli değil. Kıza koşarak hepsi kağıt kalem çıkardı imza istediler. Kız oranın Ancelina colisi gibi bir şeymiş. Ben artık nasıl eğilirken vurduysam şapka, gözlük ne varsa düşmüş.'' Ayhan'ın arkadaşı şaşkın '' Ha siktir lan '' diye tepkisini ortaya koydu. 

    '' Sorma kız sonra döndü bana, bütün kalabalık sustu bir anda. O an zaman dursa, biri çıkıp bir dilek dileme hakkı verse itin götüne sokun beni diye haykırırdım. O derece utandım. Kız gayet sinirli bir şekilde gülümsedi. Zoraki yani. Sonra korece bir şeyler dedi. Ben anlamadım tabi yanıtladım yinede ve aym sori dedim. Kız yine korece bir şeyler söyledi. Ben üzülme olur böyle şeyler dediğini varsayıp, did ay hört yu dedim. Kore'de ünlüler bile ingilizce bilmiyor olum çok acınası.'' dedikten sonra arkadaşının tepkisini dinlemek için sustu Ayhan. '' Bir imza da sen alsaydın, popona doğru. Artık yıkatmazsın hiç'' dedi ve kendine has bayağı espirilerinden birini daha yaptı Ayhan'ın arkadaşı.

     Ayhan espirinin komik olmadığını vurgulamak için yapmacık bir şekilde, '' Ha, ha, ha'' dedi ve devam etti. '' Neyse sonra ben yavaşça uzayım artık zaten sizin bir s*kimden anladığınız yok dedim. Dememle susan kalabalıktan sanırım arkadaki on üçüncü ses falandı ve kahkaha attı. Pot üstüne pot kırıyordum. Türkçe biliyormuş kalabalıktaki bir başka kız. Ben de bir umut bu kıza yazayım dedim, hem türk hem de ünlü değil. Sonra koro halinde tüm kütüphane halkı kıza döndü. Bende hafifçe muzip şekilde gülümseyerek kıza baktım. Kız sonra benim söylediğimi korece bunlara çevirdi. O kıza yazma faslım da kısa sürdü tabi. Kalabalık öfkeli bir şekilde bana dönünce, sözün bittiği yerde olduğumuzu ve kaçma vakti geldiğini anladım. Kaçarken ünlü koreli kıza bir kere daha çarptım. Ama dönüp bakmadım tabi her halde yere düştü. Bir de koşarken alarm öttü. Kitaplardan biri elimde kalmış çünkü. Bu yüzden de, kitapçıdan dışarı çıktığım andan itibaren, onca olan yetmezmiş gibi bir de hırsızdım artık.'' Arkadaş yine araya giremeden edemedi. '' Yakalanmadın mı?'' diye sordu. '' Ne yakalanması olum hırsız mıyım ben. Yanlışlıkla oldu dedim ya. Zaten kalabalık peşimi bıraktıktan sonra her halde bir on beş dakika daha koşmuştum. Eve geldim. Akşam televizyonda haberi gördüm. Benim görüntüm yoktu. Benden sonra haberi yapmaya gelmişler anlaşılan ama korece konuştukları için yine bir bok anlamamıştım. Böylece anladım ki onlar bize bakmazlar. Çünkü baktırtmam. Kesin bir haltlar ederim baktırtmam ben.''

     Ayhan'ın arkadaşı gülerek yanıtladı. '' O da doğru ama iyi tarafından bak'' dedi. '' Ne imiş o iyi tarafı?'' diye sordu Ayhan. '' Kore yerine Arap emirliklerinde de olabilirdik ve sen çölde bir bedevi olabilirdin.'' dedi ve gülerken bir kaç damla tükürük Ayhan'ın suratına sıçradı. Ayhan '' Haklısın aslında bende bu şans olduktan sonra...'' dedi. Arkadaşı ekledi; '' Ve muhtemelen sana kutup ayısı sürüsü denk gelirdi'' dedi ve bir kahkaha daha bastı. Ayhan çok kısa bir an için aklında manzarayı canlandırmaya yeltendi ve hemen vazgeçti. Konuyu değiştirdi. '' Bu arada biliyor musun çaldığım kitap korece sözlüktü'' dedi ve ikisi birden bu ironiye gülümsediler.


4 Mart 2013 Pazartesi

BİR KADININ İNTİKAMI

                             

                                                           1. BÖLÜM

     ''Bir arabanın arka koltuğunda ölü bulacaklar seni!'' bu cümleyi beşinci defa dinlerken telesekreterden yine ''Başka mesajınız yok.'' uyarısını duyduğumda kendime gelmem biraz zaman aldı. Bu boğuk ve derinden gelen kadın sesi kime ait olabilirdi diye düşündüm.

     Geçmişte kalbini kırdığım kadınlar olmuştu. Ama hangisi benim ölümü mü isteyecek kadar yaralanmıştı ki? Belki de başka bir sebepten dolayı başka bir kadın ölümü mü istiyordu. Neden bir arabanın arka koltuğudu acaba? Sesin bir kadına ait olması, bir kadının ölümümü planladığı anlamına da gelmezdi. Belki de beni çok seven bir kadın, başkalarından korumak için bana bu mesajı bırakmıştı.

     ''Polisi aramalı mıyım?'' diye düşündüm. Saçmaydı. Polisler ne işe yarardı ki? Ben ölene kadar ellerinde kanıt olmadığı için hiç bir şey yapmayacaklardı. Olayları akışına bırakmaya karar verdim. Ve bir fincan kahve doldurup, hayatıma o mesaj hiç girmemiş gibi devam ettim.
   
                                                              2. BÖLÜM    

     Bir hafta sonra sokakta yürürken, bir kalabalık fark ettim. İki sokak köpeğini aralarına almış dövüştürüyorlardı. İkisi de kan revan içerisinde kalmıştı. Bir tanesinin bacağı eklem yerinden kopmuş fakat, ince bir deri tarafından vücuduna bağlı sallanıyordu. Köpek kaçmaya çalıştıkça çemberdeki insanlar köpeği tekmeliyordu. Acı içerisinde kıvranan köpekler dövüşmek zorundaydı. Sanırım köpeklerde farkındaydı; içlerinden bir tanesi ölmeden diğeri kurtulamayacaktı.

     Elimde olmadan bu manzaraya seyirci kalamadığımı fark ettim. Lisedeyken bir hayvan hakları gurubuna üyeydim. Uzun süredir bir hayvan beslemiyordum, pencereme konan güvercinler hariç. Yine de bir şey yapmalıyım diye düşündüm. Yoksa onlardan ne farkım kalırdı. Olanlara seyirci kalmak, beni daha az mı suçlu yapardı?

     Dayanamadım. '' Hey siz ne yaptığınızı sanıyorsunuz?'' deyiverdim. Aldırış etmediler. Bir kişi bile dönüp bakmadı. Daha da yaklaştım. Tam o sırada bacağı arkasında sürünen köpek, diğerinin midesine dişlerini geçirmesiyle, diğer köpekten acı içerisinde bir inleme geldi. Sonra bağırsağı yırtılan karın boşluğundan sarktı. Bu esnada gülen bir insan sinirime dokunmuş olacak ki, istemeden bir yumruk salladım. Adamın burnundan gelen çatırtıları duymuştum. Sonra bütün kalabalık bir kaç saniye sessizliğin ardından üzerime çullandı.

     Kemiklerimin özenle tek tek çatırdayan seslerini duyuyordum. Gayr-i ihtiyarı yüzümü korumaya çalışıyordum. Fakat yüzüme doğru gelen bir tekmenin, parmaklarımdan birini kırdığını hissettim. Bir ara yerde acı içerisinde yatan köpekle göz göze geldim. Köpek can veriyordu. Sarkan bağırsağı parçalanmıştı çünkü. diğer köpek ise kopmak üzere olan bacağını sürükleyerek oradan uzaklaşıyordu. Halbuki ben onun öleceğini düşünmüştüm. Taakatim kalmadığında gardım da düştü. Ellerimi yüzümden çekmem ile bir tekmenin dudağımı patlatıp, bir dişimi kırdığını hissettim. İstemeden dişi tükürdüm. ''Bir arabanın arka koltuğunda öleceksin'' telesekreterdeki mesaj aklıma geldi. Yanılmıştı. Ölümün iki sokak hayvanını kurtarırken İstanbul'un köhne bir çıkmaz sokağında olacaktı.

    Tevfik Fikret'in sözleri gizli bir ses tarafından kulağıma fısıldandı: '' İstanbul, dünyanın koca kahvesi'' Bu kahvenin izbe bir köşesinde ölmek üzereydim. Sonra sokaktan bir ses geldi. ''Bırakın, yeter bu kadar'' diye. Ses tanıdık gelmişti ama kulaklarımdan biri işitmiyordu. Bu yüzden pek seçemedim. Sonra bir gözümü aralarken bir kadının tepemde dikilmiş olduğunu fark ettim. ''Hala yaşıyor. Güzel.'' dedi. Sesi duymamla, vücudumda kalan az miktardaki kanımın da çekildiğini hissettim. Bu telefonda ki sesti. Sonra bayıldım.

                                                              SON BÖLÜM

     Kendime geldiğimde acı içerisinde bir minibüsün arka koltuğunda kafam cama yaslı bir şekilde oturduğumu fark ettim. Her şey çok tanıdıktı. Bir hafta önce ölümümü fısıldayan ses, ete ve kemiğe bürünmüş karşımda oturuyordu. Bulanık gördüğüm için pek seçemedim. Sarışındı. Kaderimin bir sarışın tarafından bir hafta önce yazılmış olması çok garipti.

     Vücudumda kalan son dermanla kolumu kadının boğazına dolamaya çalıştım. Fakat kırık olduğu için dayanılmaz bir acıyla yere serildim. Sonra daha önce fark edemediğim, yanımda oturan biri tarafından hızla koltuğa geri yapıştırıldım. Sanki vücudumdaki tüm kemikler tekrar kırılmıştı. Hemen orada ölmek daha az acı verirdi. Fırsatım olsa kendim yapardım.

     Kadın konuştu.'' Telesekreterine bırakılan mesajları daha ciddiye almalısın. Özellikle de mesajı bırakan kalbi kırık bir kadınsa'' Kadının geçmişimden geldiğini anlamıştım. Ama soru soracak halim bile yoktu. Sonra kadın durumumun farkında olacaktı ki, devam etti: '' Lisede çok popüler bir çocuktun gerçekten. Hep senin diğerlerinden farklı olduğunu düşünmüştüm. O zamanlar hayvan sever bir örgüt kurmuştun. Lise tarihinde bu bir ilkti. Merhametli olduğunu düşünmüştüm hep, öyle ki; bütün lise hayatı boyunca görünmez olarak geçiren 90 kiloluk beni bile sana duygularımı açmaya ikna etmişti bu merhametin. Ama sen beni görmezden bile gelmedin. O hayvanlara duyduğun merhametin, binde birini insanlara duymuyordun. Sana yazdığım mektubu, Okulun giriş kapısı, hatta sınıfların içi dahil çoğaltıp her yere asacak kadar iğrenç bir insandın. Senden sonra okulu bırakmak zorunda kaldım. Tam on iki sene ilaçlara bağımlı, psikolojik tedavi gördüm. Ve sonunda iyi haber, ilaçlar yüzünden bil bakalım ne oldu? Tüm kilolarımdan kurtuldum. Kilolarım gittikçe çevredeki insanların ilgisi arttı. Güzelliğimi gölgeleyen o yağ kitlesini vücudum gün be gün kusup attı. Ve sonunda tamamen iyileştiğimde işler benim için yolunda gitmeye başladı. Ama sen yaptığını bir gün ödeyecektin. Bunu o merkezde on iki sene yatarken her sene hayal ettim. Ve şimdi karşımda her şeyin bedelini ödemek için duruyorsun. Şimdi o kadar da havalı değilsin''

     O mektuptan bile haberim yoktu. Ama bunu söyleyecek halim de yoktu. Sanırım arkadaşlarımdan birinin yaptığı bir eşek şakasıydı. Yemin ederim olanlarla hiç bir ilgim yok demek, konuşmak istedim. Olayın gerçek yüzünü bir bir anlatmak istedim ama bir türlü ağzımı açamıyordum. Gerçi anlatsam bile büyük olasılıkla bana inanmazdı. Tek kalan sağlıklı şeyim, düşüncelerimdi. Düşüne biliyordum ama bir türlü, düşüncelerimi ses dalgalarına dönüştüremiyordum. Sonra şakaklarımda soğuk bir metal hissettim. Yanımda ki adamın silahıydı bu. Acılarımın son bulacağı için mutluydum. Diğer yandan bir hiç uğruna öleceğim için üzgündüm. Sonra kendimi teselli etmek için düşündüm: Ölsem ne olacaktı ki, sonunda zaten herkes ölmek için yaşamıyor muydu? Kendimi bıraktım.

     Sonra silah başımdan kalktı. Vazgeçmiş olacakları aklıma geldi. Sonra birden kafamdan bir poşet geçtiğini hissettim. Boğazımdan dolanan bir iple poşeti sıktılar. Elimde olmadan hızlı hızlı nefes almaya başladım. Kanımın arabayı kirletmeye bile değmeyeceğini düşünmüş olacakları geçti aklımdan. Garipti: İnsan ölürken daha farklı şeyler düşünür diye geçerdi hep aklımdan. Sonra ciğerlerimdeki basıncı hissettim. Patlayacak gibi oldular. Bir nefes oksijen için neler vermezdim. Oysa her gün soluduğum o havanın bu kadar değerli olabileceği kimin aklına gelirdi. Sonra bir baş dönmesi hissettim. Beynim ile vücudumdaki bağ zayıflamış olacaktı ki artık ağrı hissetmiyordum. Kendimi son kez bıraktım...


25 Şubat 2013 Pazartesi

SON OF A BİTCH

     Geçen gün aldım balıklarımı karşıma, ''Size rakı ısmarlayacağım dedim.'' Ufak olan Hurşut dile geldi. ''Olur mu abi öyle şey, sen iç biz meze olalım'' dedi. Çok duygulandım. Hurşut balıkların içinde en delikanlı olanıydı. Adamı madam yapardı. Açık denizlerde az köpek balıklarıyla vals yapmamıştı.

     Sonra ortanca olan Beşir dile geldi. '' A be sen bakma bu kapçık ağızlıya beaa boş boş konuşur durur. Bizden meeze olmaz beaa. Bizim etimiz serttir, sana geeelmez, gelmez. '' dedi. O zamana kadar balıkların şiveli konuşabileceklerini bilmezdim. Alem balıktı Beşir; güldürmüştü beni.

     Akabinde büyük olan Daniel dile geldi. '' Son of a bitch '' dedi. O ithaldi. Rengi sarıya çalardı. Ne demek istediğine pek anlam veremedim ama pek şirin gözükmemişti gözüme. '' Ne diyorsun lan sen, değişik? '' dedim. Cevap gecikmedi. '' Shut the fuck up maeen '' dedi. Fuck'ı duyunca anladım ileri geri konuştuğunu.

     Hurşut araya girdi. '' Abi tamam, daha alışamadı o buralara ben hallederim'' diye sakinleştirmeye çalıştı beni. Çevir bunu o turuncu totoşa dedim Hurşut'a '' Önce o bir adam gibi balık olmayı öğrenecek sonra konuşacak. Burası fifti sentin akvaryumu değil. Çevir bunu aynen.'' dedim. Hurşut delikanlı olmasına delikanlıydı ama yabancı dil sıfırdı. Yine de denedi. '' yu nov adam he yu nov adam '' diye çemkirdi Daniel'e. Daniel pek s.klemedi Hurşut'u. Sonra Hurşut bana dönüp ''Abi kuma gömeyim mi lavuğu. O daha kolay olur'' dedi. Yerli yersiz gülümsedim. Bırak Hurşut balıkla balık olmayalım dedim. Hurşut bozuldu bu lafa '' Abi ayıp oluyor ama'' dedi. '' Kusura bakma gaza geldim iyice '' diye yanıt verdim Hurşut'a. Oradan Beşir araya girince ortam yumuşadı. '' Haçen bırakun şu uşağı, yabacudur ne dediğuni bilmeyi'' dedi. Şaşkın şaşkın '' Olum sen az önce trakya şivesiyle konuşmuyor muydun? Hangi ara ayarların bozuldu senin'' dedim. Sonra Hurşut araya girdi yine '' Abi anne tarafı trakyalı, baba tarafından karadenizli o, babası sıcak sulardan soğuk sulara göç ederken tanışmış annesiyle. Şimdi siz böyle hareretli hararetli tartışınca karadeniz tarafı ağır bastı. O yüzden. '' dedi. '' Hey Allah'ım çattık '' diye gülümsedim. Sonra '' Hadi ben tek içiyorum şu totoşa da dilimizi öğretin biran önce'' dedim. Ve gittim.

     Gece yarısı kalktığımda Hurşut, Beşir ve Daniel uyuyorlardı. Işığı yakmadan akvaryuma yaklaştım. Yavaşça Daniel le diğerlerinin arasına aynalı cam bir bölme yerleştirdim. Üstündeki kapağı çıkardım. Daniel'in tarafına kocaman bir kedi resmi yapıştırdım. Sonra geri yatmaya gittim.

     Sabah olduğunda Daniel yerde ölü yatıyordu. Sabah kalktığında kedi resmi, aklını almış olmalı ki akvaryumdan sıçramış. Diğerleri uyuyordu hala. Kedi resmini söktüm. Sonra cam bölmeyi kaldırıp, kapağı geri yerine koydum. Hiç bir şey olmamış gibi oradan uzaklaştım.




24 Şubat 2013 Pazar

4 DAKİKALIK OSCAR TARİHİ

Nelson Carvajan, bugüne kadar ‘En İyi Film’ Oscar’ını kazanan filmleri 4 dakikalık bir videoya sığdırdı. Videonun sonunda bu yılın adayları da var.






23 Şubat 2013 Cumartesi

BU AY NELER ÖĞRENDİM (ŞUBAT)

     Bozuk paralarını bile harcarken iki kere düşünen kişilerin, insanları daha ehemniyetsizce harcadığını
     Aslında çocukken daha masum olduğumuz gerçeğini gerektiği kadar sık hatırlamadığımızı.
     Ketum kelimesinin sır saklayan kişiler için kullanıldığını ve neredeyse kimsenin ketum olmadığını
   
     İnsan kalbi kırmanın dünyadaki en kolay şeylerden biri olduğunu
   ''Neredeyse yapıyordum.'' demek ile ''Yapamadım'' demek arasında hiç bir fark olmadığını
     Sahanda yumurta yapmanın, başemel soslu tavuk yapmaktan daha kolay olduğunu
     Aylardan şubat ise yelekle maça gidilmemesi gerektiğini
     Nihat doğan taklitlerinin eskisi kadar tercih edilmediğini
     Lazım olunca bulunamayan şeylerin, diğer zamanlarda hep ortalıkta gezindiklerini
     Azincourt'un İngilizlerin, destansı bir şekilde Fransızları yendiği yer olduğunu
     Recep Tayyip Erdoğan ile bir zamanlar meslektaş olduğumuzu.
     Istanbul'un her gün değişen ruh halinin olduğunu
     
     Trenle yolculuk yapmanın hala seyrine doyamadığımı
     Afrika'da açlıktan ağlayan çocukların yaşadığını
     Niçin'' sorusu yerine her defasında ''Neden''i tercih ettiğimi
     I-phone 5'in ücretinin, bazı insanların üç aylık iş gücü için ödenen ücretten daha değerli olduğunu.



     
     

22 Şubat 2013 Cuma

POLİS

     İki yanında, iki polis vardı uzun dar kolidoru yürürken. Nezarethaneye giden yollar soğuktu. İçi ürperdi. Hiç bir şey düşünmeden yürüdü. Aralıklı yanıp sönen tavan ışıklarına aldırmıyordu. Gözlerini yerdeki çoğu çatlamış ve pis fayanslara dikti.

     Köşeyi döndüklerinde nezaretlerin olduğu yere geldi. Onlar içeri girdiklerinde nezarette bir kıpırdama oldu. Bir sürü ayrılmış bölme vardı. Her bölmede bir suçlu kalıyordu. Hepsi kan revan içerisindeydi. Bölmelere bakmamaya çalışıyordu. Ama gözlerinin görmediklerine rağmen, kulaklarının işittiklerine engel olamıyordu. Şimdi önünden geçtikleri bölmede bir polis memuru, yere kapaklanan adamın sırtına elindeki sopayla acımasızca vuruyordu. Hiç bir şey hissetmeden yürüdü. İniltiler içerisinde yürüdü. En sondaki bölmeye geldiklerinde durdular.


     Bir memur yeni ve daha diri birinin geldiğinden memnun sırıtıyorken kapıyı açtı. Arkadan fazla sıkıldıkları için bileklerini acıtan kelepçenin açılmasıyla bir rahatlama geldi. Sonra gelişi güzel bir tekme yiyerek bölmenin içerisine yuvarlandı.


     Saat epey geç olmuştu. Duvar dibine özensizce atılan bir kutunun üzerine kıvrılmıştı. Üşüyordu. Her yerde iniltiler ve böğürme sesleri vardı. Burası hastalıklı bir yerdi. İki polis içeri girdi. Hiç bir ifade taşımıyordu yüzleri. Acele içerisinde bulunduğu bölmeye girdiler. Ne olduğunu anlamadan adamı kaldırıp, bir sandalyeye oturttular. Arkadan kelepçeleyip, gözlerini bağladılar. Sonrada tekrar kapıyı kapatıp, bir şey demeden çıktılar.


 Sabaha karşı kapı tekrar açıldı. Bir iki polis memuru içeri girdi. Yürürlerken yüzlerindeki gülümsemeli ifadeler, daha önce bilinen hiç bir mutluluğu tanımlamıyordu. Bu başka bir gülümsemeydi. Sinsice bir gülümsemeydi. Elindeki jopu, yürürken parmaklıklara çarptırarak, bölmelerdekilerin içerisine korku salıyordu. Derken bir bölmenin önünde durdu. İçerideki adam gayr-i ihtiyarı duvara doğru sindi. Yüzünde korku vardı. Bu korkudan beslenen polis memurları bir kahkaha patlatarak devam ettiler.


     Sonunda adamın bölmesinde durdular. Kapı gıcırdayarak açılırken sandalyedeki adam irkildi.İkisi birden içeri girdiler. 


     Girerlerken, tek duyabildiği gülüşmeleri oldu. Adamlardan biri ‘’ Oooo, nihayet beyimiz uyanmış.’’ Dedi. Adamın sesinden 45 yaşlarında olduğu izlenimine kapıldı. Kalın ve gür bir sesi vardı. İnsana güven veren bir sesti bu. Tam cevap vermek için konuşmaya çalıştığında bir öksürük nöbetine yakalandı. Sanki yıllardır konuşmuyor ve boğazları tozla kaplıymış gibi hissetti. Her konuşmaya çalıştığında boğazları acıyor ve öksürüyordu. ‘’Sesini yorma ona ihtiyacın olacak’’ dedi diğer adam. Sesi diğerine göre daha inceydi. Aslında normal bir ses tonu vardı fakat, diğerinin sesi çok daha kalın ve gür çıktığı için ona, bu adamın sesi çok ince geldi. 20 yaşlarda olduğu gibi bir hisse kapıldı. Tekrar konuşmak üzere, ‘’ Merhaba beni buraya neden…’’ diye devam ederken, cümlesini tamamlayamadan, yüzüne gelen tekmenin şiddetiyle, sandalye ile birlikte geriye doğru sertçe savruldu ve yere düştü. Deli gibi öksürmeye başladı. Bu kez konuşmaya çalışmaktan ziyade, boğazına dolan kanları dışarı püskürtmek için öksürüyordu. Genç olduğunu düşündüğü adam gülüyordu. Tekmeyi atanın o olduğunu düşündü. Diğer adamın hiç sesi çıkmıyordu. Garip bir şekilde ona karşı güven duymaya başlamıştı. Denize düşen yılana sarılır misali. Nihayet yaşlı olan, genç olan adamı susturup, kendisini yerden kaldırmasını emretti. Sertçe saçlarından yakalayarak, bir hamlede sandalyeyi eski konumuna getirdi. Sesine göre çok daha güçlüydü. Saç köklerinde hissettiği acı, yediği tekmeden daha kısa süreli ve keskin olmuştu. Birden ağzındaki bütün kanı kırılan iki dişiyle birlikte yere tükürdü. Yuttuğu birkaç yudum kan sanki boğazındaki tozu temizlemişti. Birden bağırmaya başladı. ‘’ Siz kimsiniz? Ben bir şey yapmadım. Nerdeyim, burası neresi? Yardım edin banaaaa! İmdaaatt! ‘’ Bu defa da sağlam bir yumruk önce midesine, daha sonra da tam burnunun üzerine geldi. Midesine yediği yumrukla sesi bıçakla kesilir gibi gitmişti. Ardından gelen yumruk pek acı verici değildi ama burnundaki birkaç kemiğin çatırdıyarak kırıldığını duymuştu. Burnu çeşme gibi akıyordu. O saatten sonra onlar soru sormadan konuşmanın pek iyi bir fikir olmadığını anlamıştı. ‘’ Böyle daha iyi ‘’ dedi genç olanı hafifçe gülerek. Bunu derken sesinden, keyif aldığı belli oluyordu. Diğeri konuşmaya başladı: ‘’ Bak genç adam, eğer zorluk çıkarmadan bize istediğimizi verirsen, buradan sağ salim çıkmana, annene ve küçük kız kardeşine dönmene izin veririz. Eğer konuşmazsan ne yazık ki, sonunun diğerleri gibi olacağını üzülerek belirtmeliyim. Şimdi söyle bakalım kime hizmet ediyorsun? Sizi kim komuta ediyor? Nerelerde toplanıyorsunuz? Emirleri kimden alıyorsunuz? Senin dışındakiler ya kaçtı ya öldü. Sadece sen ve hala baygın bir kız var elimizde. Uyanınca ona da sıra gelecek. Şimdi bizi uğraştırmadan anlat her şeyi. ‘’ Artık o kadar da güven duymuyordu adama ama yinede konuşarak sorunu çözmeye çalıştığı için genç olandan daha iyi olduğunu düşündü. Ama ne demek istediğine anlam veremedi. ‘’ Hiçbir şey hatırlamıyorum ‘’ diyebildi sonunda. ‘’ Demek zor olan yoldan halledeceğiz bu işi..! dedi. Adamlar dışarı çıktılar ve bir şey söylemeden gittiler...