NIETZSCHE AĞLADIĞINDA BEN GÜLÜYORDUM








29 Eylül 2015 Salı

EVRENİN EN ÖFKELİ YAZARI

Evrenin en öfkeli yazarıydı. Kalemi kan renginde yazıyordu. Acıması yoktu kelimelere karşı. Merhamet geçirmez duvarlarla ördürmüştü odasını. Kapı yerine bir ayna duruyordu duvarların ortasında. Ancak öfkesinden deliye dönenler karşı tarafı görebilirdi ve karşıyı görenler girebilirdi yalnızca odaya.  Henüz öyle ayaklar çiğnememişti kahverengiyi, yeşili, maviyi…

Çıkardı ana rahminden, yeni doğan bir sabiyi çıkarır gibi kızıl mürekkebe boyanmış kağıdı daktilosundan.  Ardından dikkatlice bir başkasını taktı. Bu hayatta bir tek doğum sancıları çeken daktilosuna acı çektirmeyi sevmezdi. Bu yüzden mümkün olduğunca hızlı yazar ve her sayfada dünyaya  öfkeden çılgına dönmüş yeni bir hayat verirdi.

Mürekkebine huzur bozan adını takmıştı. Sevmiyordu dünyayı ve ondan türetilmiş olan hiçbir şeyi. Sevimli bir tavşan onun kalemi ile tanıştığı vakit, mutasyona uğramış dev bir lağım faresine dönüşürdü. Lağım farelerinin birbirlerini yemekten hoşlanmalarının altında yatan ironiyi ise dünyadaki kardeş kavgalarından alırdı.  Onun beyaz topraklarında kimse bir birini sevmeye cesaret edemezdi örneğin. Kim buna cesaret ederse, kızıl bulutlardan boşalan yağmura gizlenen böcekler yerdi kalplerini hemen.  Çünkü,  kırılacaksa sonunda hiç sevmemeliydi bir kalp ona göre.

Fakat her şeye rağmen evrenin en öfkeli yazarı son cümlesinde ise her zaman bağışlanmayı dilerdi ve imzasını  ‘’Dünya’nın bu kadar kötü oluşu benim suçum değil,’’ diye atardı.


26 Eylül 2015 Cumartesi

BUGÜN DE AKLIMI YİTİRMEDİM

     ...Onun hikayesini yazdığım şu sıralar düşünüyordum da, bende bir başkasının hikayesi içerisine önemli biri olarak yer almış mıydım acaba hiç?

     Yani herhangi birisi olabilir bu kişi. Mesela, indirim yapmasını istediğim için içinden bildiği bütün küfürleri güler yüzlü bir ifade ile yüzüme püskürten bir taksici. Ya da öğlen işe başladığı halde uykusunu hala alamamış bir tezgahtarın sabahını zehir ettiğim bir hikayenin baş rolü. Bir bürokratın mitingindeki bir nokta! Belki de milli piyongo satıcısının ustalıkla hazırlanmış ''O an'' dümenini yutan her zamankilerden biri. Bekleyen bir kadının gözyaşları ile eskittiği kaldırım taşının hüznünden sorumlu bir zalim de olabilirdim...  Bence bunun hiç bir önemi yok. Sadece hikayenin sonu ''Beni  affet'' temennisi ile bitmesin yeter. Yani sonunda pişmanlık uyandıran şu hikayelerden olmasın.

     Kolay anlatamadığım bir şey bu. Bir his. Bir dürtü. Yani belki de yalnızca nefes alıp vermekten ibaret olamadığımızın ispatıdır başkalarını hayatına dokunmak, kaderin onlar için oynadığı oyunların içine dahil olmak. Bu yüzden de bir başkasının hikayesi içinde yer almak, en az birini sevdiğin zaman yağmur yağacağına inanmak kadar zor olmalı. Bir başka hayata dokunmaktan bahsediyorum, ağır tahribata sebep izler bırakmadan, öyle hafifçe dokunmak...


23 Eylül 2015 Çarşamba

KAZA KURŞUNU


‘’Sevdin mi olum sen bu kızı gerçekten?’’

‘’Sevdim tabi abi. O nasıl laf öyle?’’ Yerde bir noktaya bakışlarını sabitlemiş, hiç kımıldamıyordu Mustafa. Avuç içlerini yavaşça bir birlerine sürtüyordu. Üzerinde oturduğu kırık tuğlanın rahatsız ediciliğine aldırış etmeden bir süre ayaklarının altından geçen karıncaları izledikten sonra kafasını kaldırıp devam etti. ‘’Bir görsen, öyle güzel bakıyor ki, sanki ömrüm boyunca bir daha kimse bana öyle bakmayacakmış gibi geliyor abi. Sonra öyle güzel gülüyor ki, o güldükçe ben nefes alıyorum. Yaşamanın ne demek olduğunu o gülünce anlıyorum. Sonra… Sonra öyle güzel ağlıyor ki bir görsen… İnsan güzel ağlar mı abi hiç! Ama o ağlıyor işte!’’

Tayfun Usta araya girdi. Şaşkınlığı yüzünden okunuyordu. ‘’Oğlum sen bu kızı nerede gördün; hem ağlıyor diyorsun hem de gülüyor?’’ diye sordu.

‘’Cenazede,’’ dedi Mustafa tek kelimeyle.

‘’Cenazede gördün?’’ diye yineledi Tayfun Usta.

‘’Evet abi. Bu arada ben şimdi cenazede âşık oldum ya, günah işlemiş sayılır mıyım?’’ diye sordu ardından.

‘’O nereden çıktı oğlum?’’

‘’İşte cenaze böyle kalabalık, herkes dua okuyor, ölü de var.’’

Tayfun Usta gülümsemesine engel olamadı. ‘’Ulan sen beni güldürdün ya, Allah’ta seni güldürsün ne diyeyim,’’ dedi. ‘’Peki kızı nasıl güldürdün cenazede?’’

 Mustafa’nın yüzünde de belirgin bir tebessüm yayılıverdi. ‘’Önce ağlıyordu. Ben farkında değilim tabi, ona bakıp gülümsüyormuşum. O da benim güldüğümü görünce gülmeye başladı. Böyle işte.’’ dedi ve ardından ekledi, ‘’Peki abi, şimdi diyorum ki, ben onu sevsem, ama öyle değil, böyle çok sevsem. O da beni sever mi?’’

‘’Sever tabi oğlum, neden sevmesin. Bence herhangi bir insanın seni sevmemesi için bir nedeninin olması çok zor. Hem senden temiz sevenini nereden bulacakmış!’’

‘’Değil mi abi? Ben onu sevsem, başka birini gözüm görmez zaten. Dünya bir yana, o bir yana anlayacağın. O beni sevsin yeter. Başka kimse sevmese de olur. Ben yarın ona her şeyi söyleyeyim o zaman.’’

‘’Nereden bulacaksın kızı bir daha!’’

‘’Her gün mezarlığa geliyor abi.’’

‘’Her gün mü? Sen nereden biliyorsun? Dur sakın söyleme! Her gün mezarlığa mı gidiyorsun oğlum sen?’’

‘’Evet abi, bunda yanlış olan ne var? Yani ben o mezarlığa zaten bir kere cenaze için gittim. Sonra hep onu görmek için gittim. Hayat bize buluşma yeri için bir mezarlığı seçmişse benim bunda ne günahım var abi?’’

‘’Yok oğlum, yok senin günahın falan yok,’’ dedi Tayfun Usta. Sitem etmiyordu. Şaşkındı yalnızca. Devam etti. ‘’Peki, ama dikkatli olacağına söz ver bana.’’

‘’Ne için dikkatli olacakmışım ki abi?’’

 ‘’Bak oğlum, hani kanayan yaraya pamuk bastırırsın da, bir süre sonra pamuk yaranın üzerine yapışır kalır ya, işte hayat bazen o pamuktur. En şefkat dolu haliyle işlerin yoluna gireceğini vaat ederken sana, yani en umutla dolu olduğun anda, bir bakarsın başka bir dert açmış başına. Ondan sonra canın acıya acıya o pamukları temizlemeye çalışırsın. O yüzden iyisi mi, sen sen ol, dikkatli ol. Bir şey olacak demiyorum ama yine de dikkatli ol. Sen şimdi böyle temizsin ya, safsın hani… İşte bu yüzden en çok seni üzer bu hayat. Hem de öyle bir üzer ki, aldığın üç kuruşluk nefesi zehir eder. Yediğin iki lokma da diziliverir boğazına. Elinde olsa şuracıkta duracak kalbin, sen sırf bu eziyeti çekesin diye yüz yıl atar.’’ Başka bir şey söylemek için yeniden hareketleneceği sırada araya girdi Mustafa,

‘’Yeter abi! Deme öyle şeyler. Hiçbir şey olmayacak bak göreceksin. O hele bir evet desin. Her şey çok güzel olacak. Böyle filmlerdeki gibi aynı.’’

***

Bir hafta sonra Tayfun Usta mezarlığa gitti. Dünyanın en hüzünlü bir haftasıydı. Umudu pek güçlü olmasa da, sezgileri kızı orada bulacağını söylüyordu. Haklı çıkmıştı. Aynı Mustafa’nın tarif ettiği gibi tam karşısında duruyordu. Ona doğru yürümeye başladı. Yanına geldiğinde kısa bir süre bakışları anlamsızca bir birlerini yokladı. Sonunda sessizliği bozan taraf kız oldu ve ‘’Siz de kimsiniz?’’ dedi.

‘’Ben Mustafa’nın bir arkadaşıyım.’’ dedikten sonra bir süre bekledi, fakat kız beklediği türden bir tepki vermedi.

            ‘’Mustafa da kim?’’

            Tayfun usta elini alnının üzerinde gezdirdikten sonra yüzünden aşağı doru yavaşça kaydırdı. ‘’Kızım buraya sen yaşlarda bir çocuk geliyordu bundan bir hafta öncesine kadar. Her gün üstelik. Hiç öyle birini görmedin mi burada?’’

            Kız, az önce vermesi gereken tepkiyi daha yeni veriyordu. Heyecan ile, ‘’Söyleyin lütfen, yoksa ona bir şey mi oldu? Neden kendisi gelmedi?’’ diye sordu.

            ‘’Her şeyi anlatacağım ama önce bilmem gereken bir şey var.’’dedikten sonra kızın bir şey söylemesini beklemeden ekledi, ‘’Sen buraya her gün neden geliyorsun?’’

            Bir süre cevap vermeden öylece adamın ayakuçlarına baktı. Sonunda kafasını kaldırıp anlatmaya başladı, ‘’İki hafta önce burada bir cenaze vardı. Adamın biri ölmüş. Ben tanımıyorum ama çok zenginmiş. Para verdiler; gelip cenazede bir saat durup, ağlayacaksınız dediler. Hepsi o kadar. Sonra o çocuğu gördüm. Bana bakıp, gülümsüyordu. Tutamadım kendimi bende gülümsedim. Neden bilmiyorum ama sanki hayatım boyunca bir daha kimse bana öyle içten gülümsemeyecekmiş gibi geldi. Bu yüzden ertesi gün bir daha geldim. Onun da geleceğine dair içimde bir his vardı. Geldi de. Sonra işte, her gün buraya gelip onu bekledim; yanıma gelir diye. Gelir de bir insanın öyle içten gülümsemesinin nasıl mümkün olabileceğini anlatır diye. Ama o hep şu büyük aile mezarlığının arkasında saklanıyordu. Bir türlü oradan çıkıp gelmedi. Tam ben gidecektim ona ki, sonra zaten bir daha da gelmedi.’’ Kız bu son cümleyi söylerken üzüntü içerisinde yeniden adamın ayakuçlarına yöneltti bakışlarını.

            ‘’Yani, sen buraya bir kere cenaze için geldin, sonra hep onun için geldin öyle mi?’’ dedi Tayfun Usta ardından.

            ‘’Evet.’’

            Yine elini alına götürdü. Bu kez ardından gözlerini birkaç kez ovuşturdu ve iç geçirdikten sonra elinde tuttuğu gazeteyi kızın eline tutuşturdu. ‘’Üçüncü sayfayı aç,’’ dedi kedere boğulmuş bir ses tonuyla.

            Sayfayı çevirirken başlamıştı ağlamaya daha. Fotoğrafı görünce hemen tanıdı Mustafa’yı ve hızlıca üzerinde yazan başlığı okudu. ‘’KAZA KURŞUNU’’ diyordu. Devam etti gözbebekleri titreye titreye, ‘’ Bakkala ekmek almaya diye çıkan genç M.Y. Polisin bir takım eylemcileri durdurmak için havaya açtığı uyarı atışı sonucu yere düşen merminin başına isabet etmesi ile feci şekilde can verdi…’’ diyordu gazete haberinde. Devamını getiremedi.

            ‘’Evden ekmek almaya gidiyorum diye çıkmış,’’ dedi Tayfun Usta. Kelimeler zor çıkıyordu boğazından. Sarıldı ardından kıza. Eğildi kulağına. Kıstı sesini, ‘’Ama o sana geliyordu.’’



            

20 Eylül 2015 Pazar

BU YAZI BAŞLIĞI OLMASINA RAĞMEN BİR HİKAYE DEĞİL.

     O gün kapıda gördüğüm kızın daha sonra başıma bu dertleri açacağını bilsem görür müydüm hiç? Eh, sanki elimdeymiş gibi, değil mi? Elimdeydi aslında. Bakmasaydım görmezdim. Ama baktım bir kere işte. Ne yapabilirdim ki?

     Bana göre yaşanan güzel olaylarının sebebi hep kaderdi; kötü olanların ise zalim felek. Ben başta kadere de yorsam sonra anladım ki zalim feleğin işiydi bu. Kader örmesi gereken ağları son dakika işi çıktığı için yakın arkadaşı olan zalim feleğe rica etti kesin. O da durur mu fırsat geçmiş eline. Kördüğüm yaptı alayını. Haydi çık şimdi işin içinden çıkabilirsen. Eminim şu an bir yerlerde kıs kıs gülüyordur bu halime.

     Gerçi bazen tepem atıyor ve ''Boş ver,'' diyorum. ''Çek git.'' Ama sonra diyorum ki: ''Bok gidersin. Nereye gidiyorsun?'' Aslında ipleri benim elimde olan bir karar değil bu onu demeye çalışıyorum Yani anlamıyorum; her hangi biri üstelik seninle hiçbir derdi olmayan biri nasıl oluyor da dünyanı bu denli tepetaklat edebiliyor. Hem de benimki gibi değersiz, sıradan bir dünyayı. Benim böyle bir durumu anlama olasılığım sanırım sıfıra yakın. Çünkü bende süpermarket olamadığı için bugün olmasa bile bir gün kepenkleri indirecek olan bakkal şansı var. Her gün yaşıyorum diye şükrediyorum ama aldığım nefesler çok kirli. Cesaretimi toplayıp adım atmazsam eğer her gün aldığım zehirli nefeslere şükrederek belirsiz bir sonu beklemeye devam edeceğimi biliyorum.

     Bu yüzden de bir adım atacağıma söz verdim bugün kendime. En azından böyle hayal gücüm el verdiğince acı çekmek yerine onun vereceği bir sebebim olur. Ben de paşa paşa o acıyı çeker, nasılsa zamanla geçeceğini bilirim. Ya da bir ihtimal daha var. Onu söylersem nazar değer diye korkarım, söyleyemem.

16 Eylül 2015 Çarşamba

TERÖRİST HURDACI MUSTAFA

Hayattaki son tanıdığını, karısını da toprağa verdikten sonra bir başına kalan Hurdacı Mustafa, terörist olmadan önce kahveyi sütlü severdi. Çayı şekersiz, rakıyı susuz, sigarayı ise sarma içerdi. Akşam eve geliş saati hep şaşardı ve her gece el arabasının tekerlerini sökerdi; çalınırsa yerine yenisini alamam diye. Sonra da döşeğinin başına yaslar, tüm gece lastik kokulu rüyalar görürdü. Gülmeyi çok severdi; bir de sıkça ölürdü. Örneğin, hurda toplayamadığı zamanlarda bütün gün açlıktan ölürdü. Sokağa çıktığında kapısında toplanan kedileri her sabah mutlaka okşardı. İki sokak ötedeki adını bilmediği kır saçlı yaşlı kadının 'Cam Çocuk' lakabını taktıkları oğlunu güldürmek için garip hareketler yapardı karşı kaldırımdan, sonunda da kasketini çıkarıp başı ile selam verir, yola devam ederdi. Her şeye rağmen neşeli adamdı Hurdacı Mustafa.
Bir sabah terörist bir eylemin ortasında kaldı. Kurşunlanan bir arabanın jantından seken kör bir parça saplandı yüreğinin orta yerine. Oracıkta yığıldı. Düşerken tutunduğu el arabasının lastiğine sıkı sıkı sarıldı. Hayata tutunur gibiydi, ama bir insandan çok bir kelebeğin hayatıydı bu…

Ertesi gün kahraman polisin vurduğu kılık değiştirmiş terörist olarak haberlere çıktı Hurdacı Mustafa. Aksini iddia edecek kimsesi yoktu şu hayatta. Haberi izleyen cam çocuğun kır saçlı annesi ''Görüyor musun haini, hiç te anlamadık,'' dedi çocuğuna. ''Allah korudu, ya sana da bir şey yapsaydı,'' diye sarıldı ardından narince. Komşuları yıllarca bir teröristle aynı çatı altında nasıl yaşadıklarına hayret ettiler ve bunca zaman hiç belli etmeyişine şaşırdılar.


YEŞİLİ BEKLEMEK


     Neden pes etmek istiyordu ki kadın? Yoksa pes etmek, zaten kaderi olan bir yalnızlığı seçmek anlamına mı geliyordu onun için?

     Bekler gibi mi yalnız kalmak istiyordu yoksa hiç ümidi yokmuş gibi mi bilemiyordu.

     Aşırı büyük kalbi çok hızlı çarpıyordu. Heyecandan değildi. Astımı azmıştı yine. Pes etmek kanına dokunuyordu. Kanı çekildi. Uzak durmak asabını bozuyordu. Mecburdu. En çok ta, sevgisini hak etmediği birine emanet ettiği için öfkeliydi.

     Derin nefesler aldı verdi, aldı verdi, aldı verdi...

     Aldı ve mühürlerken dudaklarını bu kez vermemeye çalıştı. Fakat yaşamak her şeye rağmen güzeldi ve cazibesine karşı konulamazdı. Yeni bir nefes almak için vazgeçti eskisinden. Hızla attı ciğerlerindeki havayı dışarı.

     Ve ufak bir nefes açtı ikametgahını kısa bir süre önce karanlığa aldırmış gözlerini.

     ''Yaşamak,'' dedi ardından kendi kendine ''Yaşamak...'' Kesik kesik geliyordu kendi sesi kulağına.

     Cümlenin sonunu getirmedi. Dışarıdaki ağaca bakıyordu o ara. Bütün yapraklarını erkenden dökmüştü. Üzüldü ağacın haline. Kendisine benzetti ağacı; son derece yalnız ve terk edilmiş bir hali vardı. Adeta tüm görkeminden yoksun kalmıştı. Bu haliyle çok savunmasız gözüküyordu.

     Ardından uzun uzun bakıştılar. Aynada kendi suretini inceler gibi inceledi ağacı. Onun da her şeye rağmen yaşamak zorunda olduğunu anlaması pek vaktini almamıştı. Aynı zamanda yanıldığını da anladı. Kendisinden daha güçlüydü ağaç. Çünkü kuşkusuz o da istemezdi yaprakları tarafından terk edilmeyi, ama biliyordu ki seneye yeniden yeşerecekti ve yepyeni filizler verecekti. Daha güçlü ve daha bir sıkı sarılacaktı toprağına...

     Tek yapması gereken pes etmeden önce kara kışın geçmesini beklemekti.

AŞIRI TUHAF OLAN BİR 16 EYLÜL HİKAYESİ


     Yazmasaydım unutur giderdim bunları.

     O sabah her zamankinden yarım saat geç uyandığımda anlamıştım bir şeylerin ters gideceğini. Uyku düzenime Mecnun'un Leyla'ya olan sadakatinden daha bağlıydım çünkü.

     Öğleden önce bulunmam gereken bir yerde bulunmadığımı fark etmiştim. Aslında tam saatinde oradaydım ama, güvenliğin, ''Yanlış yere gelmişsiniz,'' demesi işleri berbat etmişti.

     Öğleden sonra arabamın anahtarları kayboldu. Yeni anahtar gelene kadar araba çalınmasın diye tam dört saat güneşin altında bekledim. Beklerken de düşünecek epey zamanım oldu. Gerçekten başka biri, yani herhangi biri benim başımı dört saat beklemiş miydi? Hatırlayamadım. Ama ben arabamı beklemiştim. Çok sevdiğimden mi? Hayır! Mecburiyettendi. Yine de durumumda bir değişiklik yaratmıyordu bu mecburiyet, çünkü bu sebepten de bir bekleyenim olmamıştı hiç.

     Bu süre içinde iyi hiçbir şey olmadı. Karşımdaki bankanın güvenlik görevlisi 20 dakika da bir sigara içmek için kapıya çıkıyordu. Beşinci defasında bir şeye sinirlenmiş olacak ki, yarısında fırlattı sigarayı.

     Sıcak ve caddenin gürültüsü insanı gerçekten çılgına çevirecek türdendi. Dış görünüşü itibari ile öğretmen olduğundan neredeyse emin olduğum bir kadın tam önümde takılıp düştü. Yerden kalkmasına yardım ederken aramızda geçen kısa dialog sonucu öğretmen olmadığını anladım. Çünkü bu kurada malesef atanamamış. ''Bir daha ki sefere inşallah,'' dedi. ''Allah isterse...'' dedim ben de. Anlamadı. ''Söylediğiniz kelime, yani 'İnşallah', 'Allah isterse' demek. Aslında sizinle aynı şeyi söyledim az önce,'' dedim. ''Ha, öyle mi?'' dedi ve kuşkulu bir teşekkür edip gitti.

     Az ilerideki üst geçitte dilenen kadın bir saatte benim bir günlük kazancımdan fazla parayı cebine indirirken hala halinden memnun değil gibiydi. Onun yerinde olmak istemeyen herkes, benim gibi bir saat boyunca onu izlemiş olsa, eminim fikirlerini değiştirirlerdi. Daha sonra kara kuru bir çocuk hızla koşarken kadının tam önünde frene bastı. Memelerinin derinliklerinden çıkardığı bir keseyi çocuğa verdikten sonra, kara kuru sabi, hızla ivmelenerek oradan uzaklaştı. Bir iki dakika sonra polis geldiğinde ise, kadın direnmeden onlarla beraber gitti.

     Ah, işte bizim güvenliğin yirmi dakikası dolmuş olacak ki, yine kapıda belirdi. Güneş batmak üzereydi. Araba çalınmamış, yedek anahtar gelmişti. Tam her şey yoluna giriyor derken, inanılmaz bir şey oldu ve gerçekten de her şey yoluna girdi. Tuhaf bir gündü.

14 Eylül 2015 Pazartesi

SİYAH DARBE BEYAZ EYLÜL

           Savaşmak yerine sevişmeyi tercih ettiğimiz yıllardı. Sararan yapraklardan hesap sormaz, güz güllerini kıskandırmazdık. Ali vardı bir de. Her ne kadar tüm mevsimleri tadını çıkararak yaşamayı sevse de, en çok ta sonbaharı severdi. Serin rüzgârları, ılık yağmurları ve alacalı rengi ile bir portrede yaşıyor hissi verirdi kendisine. Bir de ilk âşık olduğu kızın, rüzgârda sallanan kırmızı kaşkolünü hiç çıkartamıyordu aklından. Kalbinin kapıları hep sonbaharda aralanırdı nedense...

           Fakat bir sonbahar sabahı diğerlerinden biraz farklıydı. Çalan sirenlerin uğultusu içinde sıçrayarak fırladı yatağından. Sevdiği sonbahar ezgileri arasında bu notaları daha önce duyduğunu hiç anımsamıyordu. Televizyonu açtı. Siyah beyaz dalgalı ekrandaki yüz, büyük gözlüklerinin ardına gizlenen keskin bakışları ile askeri darbenin gerçekleştiğini ve bu sabah saatleri itibari ile Kenan Evren'in yönetime el koyduğunu söylüyordu. Ardından uyardı, ''Lütfen evlerinizden dışarı çıkmayınız! Tekrar ediyorum, lütfen evlerinizden dışarı çıkmayınız!''

          Elindeki kahve bardağı yere düştü Ali'nin. Yıllar sonra anlatsaydı hayal meyal hatırlardı o anı. Bir 'Oh' çekmişti. Nihayet çocukluk arkadaşının kendisini vuracağı korkusu son bulmuştu. Yine de darbe, darbeydi işte. Bir tarafı hala buruktu.

          İşe gitmek için hazırlanmaya gitti. Sonra dışarı çıkamayacağını hatırladı. Alışması zaman alacak gibi görünüyordu bu duruma. Derken masadaki yarı dolu bardağın içindeki suyun titrediğini fark etti. Avize de sallanıyordu. Tereddüt içerisinde perdeyi araladı. İlk defa sokaklarından bir tank geçiyordu. Ona göre gövde gösterisinden başka bir şey değildi bu.

          Televizyonda bütün gün yapılan baskınları ve tutuklamaların haberlerini izledi. Sanki bakışlarını çevirdiği her yerde Kenan Evren vardı.

          (35 yıl sonra küresel olarak biraz daha ısınmış bir Eylül sabahı...)

          Yıllar sonra her şey değişmişti. Ali artık cebindeki mevsimleri gelişi güzel harcıyordu. Pek fazla ömrü kalmamıştı. Kendisi gibi pek fazla ömrü kalmayan full HD televizyonundaki adama baktı. Alnındaki lekeleri görebiliyordu. Yıllar önce darbe yaparken de var mıydı acaba bu lekeler diye geçirdi aklından. O siyah beyaz yıllarda...

          Zorla doğrulmaya çalıştığı tekerlekli sandalyeden kendisine uzatılan mikrofona ''Pişman değilim,'' diyordu.


          Darbenin olduğu sabah değilde, kırmızı kaşkollü kızın asıldığı sabah haraç mezat çıkarmıştı sonbahara olan sevgisini elinden. O günden beri de her Eylül özlem duyuyordu sonbahara. Eskisi gibi sevmek istiyordu ama yapamazdı biliyordu. Çünkü son defa sonbaharda mühürlenmişti kalbi. Sevme yeteneğini elinden alan ''Pişman değilim,'' diyen adama bir kez daha baktı. Zor konuşuyor, zor nefes alıyordu. Ölümü yakındı. Ama pişman değildi. Sahi, pişmanlık kaç heceydi? Asılan kaç cana eşitti?

13 Eylül 2015 Pazar

YAŞARKEN ÖLMEK

     İnsanı yaşarken öldürmek gibi tuhaf bir adeti vardı. Öyle güzel oluşuyla alakalı mıydı yoksa öyle güzel gülüşüyle mi?

BEN ŞİMDİ NE BOK YİYECEĞİM

     ''...Geçen hafta öğleden sonraydı. İşte bir anda kapıda beliriverdi. Anlamadım önce. Sonra gülümsedi. Yine anlamadım. Ardından öylece arkasını dönüp gitti ya, işte o zaman anladım. İlk görüşte tutulmuştum ona. Eve gelene kadar yine bir şey yoktu abi, ama bir anda başımı yastığa koyunca her şey değişti. Sevmek abi, çok can yakıcıymış. İnanmayacaksın ama ben bunu, o gün öğrendim.

     Zamanla sevmenin dozu artıyor, tabi acının da... Bir süre sonra her yer sanki onunla kaplanıyor; başka bir şey yokmuş gibi şu koca dünyada. Aklım almıyor, bir hafta öncesine kadar hayat çok berrak ve keyifliydi. Şimdi onsuz hiçbir şeyin anlamı yok gibi. Bir haftadır bekliyorum geçer diye, geçmiyor abi. Ben şimdi ne bok yiyeceğim. Sanki göremediğim, dokunamadığım bir acı, kalbimden tüm vücuduma sızıyor. Ha, bir de kendimi zavallı gibi hissediyorum. Savunmasız bir yavrudan hiç bir farkım yok. Ne desen sineye çekerim şu an. Çünkü hak ettiğimi düşünüyorum. İnsan aşık olunca başına gelecek her türlü belayı hak ettiğini düşünür mü? Öyle düşünüyorsun ama... Yani abi şimdi diyorum ki, ben onu sevsem, ama öyle değil, böyle çok sevsem... O da beni sever mi..?''

O GÜN EYLÜL'DÜ

     Anam beni bir çınarın altına bıraktığından bu yana bazıları hiç bitmeyecekmiş gibi uzun gecelerle dolu yirmi kısa yıl geçti. 26 yaşıma kadar ''Topalın oğlu'' yakıştırmasını küfür zannederdim. Aynı yıl babamı kaybedince anladım öyle olmadığını. Ölmeden ölünür müydü? Ölünüyordu. Üstelik göz yaşları da veda etmeden ayrılıyordu.

***

     Neredeyse herşeyin kusursuz olduğu bir yıldı. O zaman güz kondurmadığımız yapraklar dökülmeye başlamadan önce seksist kış şarkıları söylerdi kalbimiz. Ayrılıktan önceki her hangi bir zaman dilimine denk gelen bir kaç ömür eskitmiştik yolunda çok muydu? Değildi! Bu yüzden evlendik.

***

     Neredeyse herşeyin kusurlu olduğu bir akşam da ise karım acıkmış, oturduğu köşe takımının üzerinden gurulduyordu. Önce sürpriz olsun diye yemek yapmayı denedim, sonra buz dolabı süsleri arasındaki yerini yadırgayan kebapçıyı aradım. Sarı sıcak olanlardan söyledik. Mübarek, Orhan Kemal'in Kanlı Topraklar'ından daha çok acı yüklemişti adanaya.

     Fakat o gün kebaptan da acıydı Eylül akşamı. ''Yangın var'' diye bağırdım. ''Yangın vaaaaar!'' Bir duyan, bir gören olmamıştı sesimi. Sonra öğrendim ocağımıza ateş fırında unuttuğum sürprizden düşmüştü. Karımın hatırlamadığım son sözleri ve unuttuğum çığlıklarının harladığı ateşin yaladığı yüzümde taşıdığım izden bu yana ise bakamam ben aynalara. Bu yüzden o günden sonra neye benzediğimi bilmem. Ama oğlumun ''Yanığın oğlu'' tabirini küfür zannetmesine burkulur yüreğim. Bir de ben yemek yapmayı o gece öğrendim; neden öğrendiğimi ise hiç bilmedim.

     Yani o günden beri hayat kısa ama günler çok uzun geçiyor. Her nefeste cehennemdeki ateşimi biraz daha harlıyorum artık.

     Ve bazen diyorum ki, keşke o gün oğlumu da...

     Ve bazen diyorum ki, keşke o gün...

     Ve bazen diyorum ki, keşke...

BELAMI BULDUM DEDİM SENİ GÖRÜNCE



     Belamı buldum dedim seni görünce. Tam o anda dedim bunu. Çünkü daha ilk gördüğüm an bir gün gideceğini biliyordum. Gittin de. Köşesinde beklediğim duvarın sıvaları döküldü. Ardından da bir satıcı gelip köşeyi elimden aldı. Ona göre duvarın dibini boşa işgal ediyormuşum. Bir veda mektubu kazıdım duvara, sonra tuttum bir de özür diledim; çok çekmişti ne de olsa benden. Gittiğinden beri iz kaldı o duvarda. Yara izi gibi ama kanamıyor.

KÖPEK

Anımsayamadığım ekseri acılar şiddetli bir fırtınanın ardında bıraktığı izler gibi tahribata neden olmuştu vücudumda. Hece hece dökülen etler acıdan başka bir şey vaat etmiyordu vücuduma. Bomba infilak etmeden önce anımsadığım bir şey var: Bir çocuk köpeği ile oynuyordu. Köpek önceden patlamanın gerçekleşeceğini anlamış gibi huzursuz olmuştu. Gitmek istiyordu  ama çocuk buna bir türlü izin vermemişti. Çocuğun ölümünden bomba, köpeğinkinden ise çocuk sorumluydu sanki. Peki benim yaşıyor olmamdan? Tanrı o gün orada mıydı? Benim için!

Üzerimdeki 'Canlı bomba'ya ait bağırsak parçasının benim olduğuna dair duyduğum ilk şüphede bayılmıştım. Neyse ki her şeyim yerli yerindeydi. Tanrı bağırsaklarımın bir süre daha bende kalmasına izin vermiş olmalıydı. Çok ince bir davranıştı doğrusu.

Hastane odasındaki ilk refakatçim bir muhabirdi. Olayın nasıl olduğunu sorduğunda köpeğin ölümüne sebep olan çocuktan bahsettim ona. Pek ilgisini çekmedi. ''Köpeği geçelim beyefendi,'' dedi. ''Saldırganı gördünüz mü?''

''Gördüm hanımefendi,'' dedim. Saldırgan bir kadındı. Sürmeli gözlerinden akan yaşlar patlamadan önce gördüğüm son şey olmuştu. Öncesinde ise, çocukla, çocuğun ölümüne sebep olduğu köpeğe doğru yöneldiğini görmüştüm. ''Taktınız ama köpeğe,'' dedi kadın memnuniyetsiz bir ifade ile. Dikişlerim üzerine çok yattığım için biraz sızlamıştı. Acemice doğruldum yatağımda. ''Takmadım efendim,'' dedim. ''Sadece ölümü beni biraz etkiledi.''

''Ama efendim şükür ki size bir şey olmamış. Bir köpeğin lafı mı olur,'' dedi. Bir kaç poz aldılar ardından. İki büklüm verdiğim pozlar çok gerçekçi çıkmıştı, sanki acıdan iki büklüm olmuşum gibi...

Ertesi gün gazeteyi elime aldığımda yazıyı okudum. Gerçekten de köpekten hiç bahsetmiyordu. Saldırganın gözyaşları da yoktu. Çocuk vardı sıkça. Ölmüş, katledilmişti. Saldırganın son derece acımasız olduğunu yazmıştı bir de. Peki o halde neden ağlıyordu? Mecbur muydu ölmeye, öldürmeye? Ne için ölmüştü sahi, ne uğruna?

Hah, nihayet ilaç saati geldi. Tanrı bana ilaç gönderdi. Yüzlerce yıllık acılar yer etmişti vücuduma. İlaçsız olmazdı elbette.