NIETZSCHE AĞLADIĞINDA BEN GÜLÜYORDUM








27 Ağustos 2014 Çarşamba

YILDIZSIZ GECE

     Yazın ortasıydı ve bilmem kaçıncı ayının, bilmem kaçıncı gününün, bilmem kaçıncı gecesiydi. Gökyüzü lekesizdi. Doğuştan kör olan bir dilenciye yıldızların nereye gittiklerini sordum. Halbuki bir yıldızın neye benzediği hakkında en ufak bile bir fikri yoktu. Küfreder gibi, inatla sordum. Cevap vermedi. Bu kez de uğruna dilendiği ekmeğin rengini sordum. Dualar ettiği insanların yüzlerini, üzerine oturduğu taşın şeklini sordum. Sustu. Küfreder gibi, inatla sustu. Yani ben her defasında söver gibi sordukça, o da her defasında söver gibi susuyordu.

     Oysa neden isyan etmediğini öğrenmek istiyordum. Üzerine gittikçe isyan edecek sanıyordum. Etmedi.

     Cebimden çıkardığım bozuk bir liranın diğer bozukluklara çarptığında ki sese kulak verdim. Sonra dilencinin yüzüne dikkatlice baktım. Meğer baştan beri cevap öylece dilencinin sedef oymalı alın çizgileri arasında yatıyormuş: anladım ki, umut gidince isyan barındırmıyormuş hiç bir söz. Bu yüzden dilencinin söyleyecek sözü yoktu. Bu yüzden umutsuzca susuyordu. Ve bu yüzdendir ki, kör bir dilencinin ev sahipliği yaptığı yazın umutsuz ve isyansız bu akşamında yıldızlarında yeri yoktu.

24 Ağustos 2014 Pazar

İZMİR DÜŞÜNÜRKEN...

     Uyumanın zor olduğu gecelerden birinde cama kafamı yaslamış İzmir'i düşünüyordum. Hayr, hayır. Düşündüğüm İzmir değildi. İzmir'in sıcak bir akşamında kordonda at kuyruğu saçını sol omuzundan aşağı düşürmüş yürüyen sendin.

GİDEN HER SEVGİLİ ÖLÜR

     Giden her sevgili ölür. Yüreğinden çıktığı an ölür.

     Döndüğünde ise eski güzel anılardan ibarettir artık; hiç bir şey eskiden olduğu gibi yoluna girmez. Nasıl girsin ki? Gittiği gün öldürmüştün onu unuttun mu? Ah, anıları da öldürmeye gücün yetse, bir yetse... Yaparsın bilirim.

18 Ağustos 2014 Pazartesi

KAPISI SOKAĞA BAKAN SİNEMALAR NEREDE?

Artık sinemaların pek azından çıktığımızda ayağımızı sokağa attığımızı fark ettiniz mi? Sinemadan çıkıp, sokakta akıp giden insan nehrine dalmak neredeyse imkansızlaştı. Neredeyse diyorum, çünkü hala Taksim bu konuda direniyor. En büyük kalesi Emek Sineması'nı 20 Mayıs 2013 tarihinde tamamen kaybetmiş olmasına rağmen hala geleneklerine bağlı bir şekilde direniyor. Özetle, Açık hava sinemalarını filmlerde gördükçe özlüyor, kapıları sokağa bakan sinemalara gitmek istiyor, fakat tüm bunlara rağmen AVM'lerden dışarı çıkamıyoruz.

17 Ağustos 2014 Pazar

PAZAR AKŞAMI

Ağustos'un ortasiydi. Hava sıcaktı. Aksam üzeriydi ve yalnızdım. Yağmur da mevsimini şaşırmıştı üstelik. Daha kötü ne olabilir diye düşünürken aniden aklima geldi; yarın işten beklerlerdi.

15 Ağustos 2014 Cuma

ÇIPLAK AYAKLAR

     Ayakları çıplak bir kadın koşuyordu. Akıl almaz derecede hızlıydı. Gözünden süzülen yaşlar, uçuşan saçlarına tutunup, ağır ağır indikleri yoldan saç uçlarına geldikleri an tereddütsüz intihara meylediyorlardı.

     Sokak lambalarının bittiği yerde, karanlık bir zamana sıçradı kadın. Hava kurşun gibi ağırdı. Fakat, kederden olma, kadından doğma düşen her gözyaşı, karanlıkla beraber içinde bulunduğu zamanı da ikiye bölüyordu. Bölünen her şey gibi, zamanda bölündükçe çoğalıyor ve bitmek bilmeyen sonsuz dilimlere artıyordu. O gece havadan daha ağır olan tek şey saniyelerdi. Bu yüzden de kadının zamana karşı bir türlü bitmek tükenmek bilmeyen bir hesabı olmuştu. Sanki bir anda kırk yıllık düşman olmuşlardı zaman ve kadın. Kırk yaşındaki kadın için bu durum ezelden geliyormuş gibiydi.

     O an hiç tükenmeyecekmiş gibiydi. Derken, karanlığın içinden uzanan bir el, kadının ıslak saçlarının kıyısından geçerek omuzuna dokundu. Kadın aniden ayaklandı. Elin sahibi olan adamın yüzünü el yordamı ile aradı. Karanlığın içinden gelen bu yüze dokunmak, kadın için yeni bir resme başlamak gibiydi. Adamın pürüzsüz yüzünde elinin takıldığı her çizgi ve dokunduğu her ayrıntı resmi bitirmesine yardımcı oluyordu. Resmi çizmeyi bitirdiğinde adamın yüzü, kadının beynindeki televizyon ekranına düştü. Ellerini henüz çekmediği yüzünde, meydana gelen kasılma ile, adamın yüz ifadesine bir de tebessüm eklemek zorunda kaldı kadın. Samimi gelen yüz, bir o kadar da yabancı duruyordu kadına.

     ''Siz de kimsiniz?'' diye sordu kadın burnunu çeke çeke.

     ''Korkmayın! Öyle hızlı koşuyordunuz ki; merak ettim. Sonra gözyaşlarınızı takip etmeye başlayınca burada buldum. Neyiniz var?''

     ''Babam öldü.''

     ''Benimki de öldü. Bütün babalar bir gün ölür.''

     ''Öyle değil! Babam benim için öldü; başkaları için ise hala hayatta. Kalbimde öldürdüm onu.''

     ''Belli. Gerçekte de ölseydi, ancak bu kadar acı çekerdiniz sanırım. Acınız karanlıkta bile çok güçlü. Fakat, bir gün gerçekten öldüğünde aynı acıyı bir kere daha çekmeye dayanabilecek misiniz?''

     ''Öyle bir acı çekmeyeceğim. Çünkü, ben ondan önce öleceğim.''

     ''Herkes hala hayatta iken, bu kadar çok ölümden bahsetmek hiç doğru değil. Size bir teklifte bulunabilir miyim?''

     ''Nedir o teklif?''

     ''Sizi bu karanlıktan çıkarmak istiyorum ve eğer göz yaşlarınızın olduğu şu yolu takip edersek ileride bir hayli aydınlık bir bank var. Siz yanından geçerken fark etmediniz her halde. Hemen yanı başında da ufak bir seyyar çay ocağı. Birlikte çay içelim. Olup biteni konuşalım. Ne dersiniz?''

     ''Faydası olmaz. Kararım kesin.''

     ''Kararınızı değiştirmek istemiyorum. Sadece çay içelim diyorum.''

     Kadın emin olmak için adamın yüzünü bir kere daha yokladı. İfadesi samimi gelen bu adamla bir çay içebileceğine karar verdi.

     ''Olur.'' Dedi ve ekledi ''Şu bank, dediğiniz kadar aydınlık mı gerçekten?''

     ''Göz kamaştıracak kadar. Ay, yıldızlar, sokak lambası, seyyar çay ocağının ışıkları... Bir görseniz sanki hepsi o bankı aydınlatmak için bir biri ile yarışıyorlar. Gözlerinizle görünce bana hak vereceksiniz.''

     Kadının son gözyaşı çıplak ayaklarına düştü. Hafif bir tebessüm belirdi yüzünde.

     ''Haydi gidelim o halde.'' dedi

     Zaman tekrar hızlandı. Kadın içinde bulunduğu karanlıktan bir adımda çıktı. Adama döndü.

     ''Fark etmişsinizdir sanırım; sizin bahsettiğiniz bankın aydınlığının benim için hala karanlık olduğunu. Manzaranın tadını çıkaramayacağım ne yazık ki; bu yüzden umarım çay güzeldir.''

     Adam el yordamı ile kadının yüzünü yokladı. Adamının zihnindeki televizyona kadının mahçup gülümsemesinin yansıması düştü. Adam gülümsemeden edemedi. Bunun üzerine kadının elleri de adamın yüzünde dolaşmaya başladı tekrar. İkisinin elleri de bir birlerinin yüzlerinde özgürce dolaşıyordu. İstedikleri her kuytuya dokunmakta özgürdüler. Bu hakkı bir birlerinden alıyorlardı. Kadın, adamın halini anlayınca o da gülümsemeden edemedi. Kendisi gibi kör olan bu adamın az önce aydınlıkla ilgili bahsettiği şeyleri düşününce daha çok gülümsedi. Adam sessizliği bozdu.

     ''Bu arada o seyyar çay ocağının farları yanmıyor olabilir'' dedi adam.

     ''Havada biraz kapalı gibi sanki. Ay, yıldızlarını da alıp gitmiş olmasın sakın.'' Kadın bunu söylerken elleri adamın yanağında nazikçe dolaşıyordu.

     ''Millet de belediyeden bu ara biraz şikayetçiymiş. Uzun zamandır sokak lambalarının bakımları yapılmıyormuş sanırım.'' Adam da kadının yüzünde dolaşırken rahat edeceği bir yer bulmuş olacaktı ki, yanağında durdu.

     Kadın, babasını düşündü. Sonra adamın yüzüne bakıp ekledi.

     ''Neyse ki çayın güzel olduğundan eminiz.''

     ''Evet. Eminiz.''
   

   

   

   

   

14 Ağustos 2014 Perşembe

Kısa Hikaye (3)

''Sıkılmadın mı? Haydi! İstersen çıkıp arkadaşlarınla oyna biraz.'' Dedi annesi çocuğuna.

''Onlarla oynamak istemiyorum'' diye yanıtladı çocuk.

''Neden?''

''Çünkü onlar kuşları vuruyorlar.''