NIETZSCHE AĞLADIĞINDA BEN GÜLÜYORDUM








4 Aralık 2015 Cuma

BİR CENAZENİN KISA TARİHİ

Mezarımın başında toplanan kalabalık için sevme vakti gelmişti. Beni benden iyi bilenlerdi onlar. Kuş olup, uzaklara uçmak isterlerdi. Yırtık gırtlaklardan çıkan kir pas içindeki sözcüklerle yad ettiler. Muhterem bir zaat ta en başta durmuş beni tanımadığı halde benden taraf dualar ediyordu. Ölmek garip şeydi doğrusu. Kahverenginin kucağında mavi bir düş görmek gibiydi.

Bir anda insanlara işi gücü bıraktırıp başımda toplanmalarını gerektirecek önemli bir sebebe dönüşmüştüm. Sağlığımda ''Hepinizi burada görmek istiyorum,'' desem gülerlerdi; ''Derhal,'' desem; geçerlerdi.

Sahi nasıl öldüğümü söylemedim. Şiirlerde, şarkılarda içinden el sallanan bir gemi vardı ya hep, işte o çarptı bana. İlk görüşte aşk gibiydi bizimkisi. Nasipse ölüm bizi ayırana kadar dedik. Öyle de oldu. Ben ölünce ayrıldık.

Liseden beri yüzüme kapanan kapıları sayacak kadar matematik bilgisi içermiyordu zihnim. Sonunda da aylağın biri olup çıkmıştım. Bakmayın ''İyi bilirdik,'' dediklerine. Hiç bir şey bilmezlerdi onlar. Uzun zaman sonra ilk defa ganyan oynamak için elime aldığım gazeteden büyük ikramiye şans eseri bana çıkmış ve bir iş bulmuştum. Neye nasip neye kısmet bir işim vardı artık. Parası yok denecek kadar az bir temizlik işiydi.

Sabahın ötüşken horozları uyanmadan elveda dedim eski sokağıma. Önünde durduğum kapı, boyumca çocuklarımı sarmalayacak kadar heybetliydi. Eski yalılara olan hayranlığım ile ilk kez tanışıyordum. Güngören'de bir hastahane odasında anam beni dünyaya fırlattığından beridir hiç bu kadar şanslı olduğumu hatırlamıyordum. Bir işim vardı ve iş icabı da olsa artık bir yalıda yaşayacaktım.

İlk gün hep zor geçer derlerdi. Benim ki çok kolay oldu. Üst katı temizlemek için yukarı çıktım. Ayaklarımın altında gıcırdayan ahşap sesini, boğazdan gelen ada vapurlarının sirenleri ile kırıştırırken yakaladığım sırada, içeri dolan hava, toz yerine su damlaları taşıyordu.

Sonunda kendime nazar değdirecek kadar şansıma hayranlık duymayı başarmıştım. Kıyamet gibi bir gürültü koptu. Aşağı kattan Nigar Hanım'ın ''Deprem,'' diye bağıran sesi kulağıma çalındığında, üzerime gelen demir kütlesine hayranlıkla bakakalmıştım. Dev bütçeli bir Hollywood filminde dublörlük yaptığım bir rüya görmek gibiydi. Dev geminin yalıda açtığı gedikten açılan büyüleyici manzara ne kadar da kısa sürmüştü. Kaçmak yerine bu manzaraya bakma kararını bana sormadan alan zihnim yüzünden adeta yaşamıma haciz gelmişti.  Ardından aniden havayı karartan bir gölge doluştu içeriye geminin heybetli cüssesinden. Gözlerimi yummamla her şey daha da karardı.

Sayısal Loto'dan büyük ikramiye çıktığında, akrabasına borç vermeyi reddeden yeni milyonerin aynı akrabası tarafından öldürülmesi haberinin hemen altında, işimdeki ilk günümde feci şekilde can vermiş olduğum haberinin yazılmış olması tesadüf olamazdı. Benim işimde ilk bakışta aşırı dozda mutluluk vaat ediyordu çünkü. Bu arada ''Feci şekilde can verdi,'' lafına takılmıştım. Feci şekilde can verdiğimi düşünmüyordum. Yakalandığım bir hastalıktan dolayı her gün yavaş yavaş ölseydim feci şekilde can vermiş olabilirdim belki ama, benimkisi ani ölümdü ve ani ölümler her daim kısa süreli bir şöhret getirirdi beraberinde. Artık üçüncü sayfayı takip eden herkes tarafından tanınan trajik şekilde can vermiş bir cesettim.

İşte Karacaahmet'te kahverenginin koynuna böyle girmiş oldum. Haberi alan yalının mirasyedisi nam-ı diğer paşa torunu Atınç Bey, Amerika'dan atladığı ilk uçakla geldiği gibi fazladan sahibi olduğu tapulu mezar yerlerinden bir tanesini üzerime yapmıştı. Dilsiz bir adama verilen sus payıydı bu. Geminin sahiplerinden yüksek miktarda tazminat alacaktı meydana gelen hasar yüzünden ne de olsa. Ben de kariyerimdeki ilk işimde bir günlük çalışmama karşılık tazminat olarak Karacaahmet'te mezar yeri almış oldum. Yani hepimiz kazandık; tabi ölmemi saymazsak.


13 Kasım 2015 Cuma

TABLO

Çölüne düşen bir su damlası olmalıydım
Fırtınana hasret bir sandal
Senin savaşının orta yerinde masum bir çocuk
Bütün bunlar olmalıydım işte

Ancak o zaman hüzünlü bir resme bakan
Hüzünlü biri görebilirdi ikimizi.

6 Kasım 2015 Cuma

KEMAL'İN KISA ÖYKÜSÜ

Kendi yaptığı espiriye, yalnızca kendisi normalden fazla denilebilecek bir süre boyunca kahkaha attı. Ardından bir ''Oh,'' çekti. Sustu. Oturduğu sandalyenin yanında kolunu dayadığı masadaki bir toz tanesine daldı bakışları. Az önce keyifle gülen yüz hatları bir anda kedere boğuldular. Giden yıllar geri gelmiyordu şüphesiz. Yüzüne çöken hüzün artık eski günlerin çok geride kaldığını anlatıyordu. Bazen yüzüne taktığı maske düşünce görebilmek mümkün oluyordu bu durumu. Radyoda çalan bir parça kesmişti nefesini keser gibi kahkahasını. Ahmet Kaya, ''Hep sonradan gelir aklım başıma, hep sonradan...'' diyordu.

Eskiler anlatırdı; çok ihtişamlı bir hayat sürmüş Kemal Bey. Son model arabalar, bitmek bilmeyen yaz tatilleri, bırakılan yüklü bahşişler derken sonunda paralar suyunu çekmiş. Önce en yakınındaki dostları terk etmiş. Şimdi sorsan ''Hiç biri dostum değilmiş,'' diyor. İşte ''Hep sonradan...'' Sonra sadık olan çalışanları gitmiş. Aslında gitmemişler, kendisi azat etmiş onları, başlarının çaresine bakmaları için. Hiç umut görmüyormuş çünkü. Karısı terk etmezmiş bir tek fakat onu da parayı bulunca başka kadınların sevdasına kendisi terk etmiş.

Kimsesi olmayan her adam gibi o da acılarını gizleyen bir maske taşıyordu yüzünde. Gururu el vermiyordu acınacak halde olduğunu dışarıya haykırmaya. Kaybettiğini, zaaflarına yenik düştüğünü bir türlü dili varmıyordu söylemeye. Hissettiklerini anlatacak bir kaç basit kelime ağzının içinde birikirdi de onlara bir türlü özgürlüklerini vermezdi,  Yani, bir zamanların Kemal Bey'i şimdi yalnızca Kemal olarak oturuyordu karşımda. Ben Kemal Abi diyordum. Buradan çıkınca ya toz tanesi ya da bu parça yüzünden kendisini vuracaktı. Aslında sebebi bu tükenmişlik olacaktı ama Kemal Abi bunu asla kabul etmezdi.


2 Kasım 2015 Pazartesi

SENDEN NEFRET EDİYORUM

     Sadece birkaç gün önce kadınların gurursuzluğunun en az erkeklerde olduğu gibi ayaklar altına alınabileceğine şahit olmuştum. Bana bunu gösteren kadın ile caddede yan yana geldiğimizde kalbinin oldukça kırık olduğu anlamıştım. Paramparça edilmişti. Umutsuzluğu ise, en derinlerde acı çekmesine sebep sessiz çığlıklardan ziyade, akşam üstü trafiğinin gürültüsünü bastıracak türden dışa vurduğu yardım çığlıklarına dönüşmüştü. Caddenin üzerinde tüm gücüyle bağırıyordu: ''Senden nefret ediyorum.''

     Bahanesi yoktu. Acısını bastıracak teselliler aramıyordu. Hakikatten çalmıyor, yalan söylemiyordu. Bir cümleye sığdırdığı yaşanmışlığı tüm samimiyetiyle evrene haykırıyordu: ''Senden nefret ediyorum.''

     Böyle işte. Böyle...

     Kandırılarak oyuncağı elinden alınmış bir çocuk gibi çaresizce haykırıyordu. Kadının umutsuzluğu onun en savunmasız haline gelmesine sebep bir canavardı sanki. Öyle ki, sokaktan geçen bir adamın ''Biraz edep yahu,'' deyişi ile ansızın yere çöktü. Adeta yer çöktü, ben çöktüm...

     Nefretin tayin ettiği mutsuzluk bu kadar bulaşıcı olabilir miydi sahi? Madem öyle nefreti kim bulmuştu? Bugün bu cadde de doğmadığı kesindi.

     Neyse, ne diyordum. Kadın, gurursuzdu. Gururunu elinden alan adam ile bir telefon görüşmesi yaptı. Az önce nefret ettiği adama bu defa yalvarmaya başlamıştı: ''N'olur söyle, neredeysen oraya geleyim. Bırakma beni, n'olur bırakma.''

     Adam telefonu kadının yüzüne kapatalı yalnızca bir kaç saniye olmuştu ki, kadın yeniden bağırdı: ''Senden nefret ediyorum.''

     Bu kez yanına gitmek istedim. ''Sevme diyecektim bu kadar çok, sevme.'' Yalnız onu değil, hiç bir şeyi bu kadar çok sevmesini gerektirecek bir sebep yoktu. Birini ya da koca bir ırkı sevmeme isteği kimilerine göre hastalıklı bir düşünceden ibarette olsa, birini pekala sebepsiz yere sevmeyebilmeliydi insan.

     Bir keresinde eski kız arkadaşıma bir demet gül almıştım. ''Ben gül sevmem,'' diye karşılamıştı bu sürprizi. O an bir insanın gülü sevmemesi için nasıl bir sebebi olabilirdi ki diye geçirdim aklımdan. O zaman bir şeyi sevmemek için illa bir sebep olması gerekmediğini anladım. Sevmemek de en az sevmek kadar doğal bir haktı.

     Yine de sevmemek hakkımızı çok sık kullanmamalıydık. Tuhaf bir karmaşanın içine sürükleyen bir tercihti çünkü bu. Örneğin, birini çok severseniz ondan nefret edebiliyordunuz fakat onu sevmezseniz de ondan nefret edebilirdiniz. Bu bir çelişkiydi. Kadının aklındaki çelişkiydi. Sevdiği için nefret ediyordu bu adamdan, ama sevmese yine nefret edebilecekti. Bu yüzden en iyisinin bulaşmamak olduğuna karar verdim. Kalabalığı yararak kadının etrafında oluşan çemberin dışına attım kendimi. Sonra eve gidip, uzun süredir nefret ettiğim dereotu ile barışıp, onu yemeye karar verdim.


30 Ekim 2015 Cuma

ÇARESİZLİK

Başlayıp da bitiremediğim bir hikayesin sen. Sonunu biliyorum ama oraya bir türlü gelemiyorum. Bir de şımartılmamış kelimeler var aklımda, sana asla söyleyemediğim.

28 Ekim 2015 Çarşamba

ŞİİR

Keşke 2009 yazında karşılaşsaydı bakışlarımız.
Henüz saçların siyah ve dalgalıyken.
Bakışların mağrur,
Öfken çocuksuyken...

Uzun zaman önceki bir hatırayı avuçlar gibi
Yaslansaydı yine avuç için çenene,
Pencereden sızan ışık
Yüzüne gölgeden parmaklıklar çizseydi.

Bugün gibi aklımda olurdu.
Bugün gibi berrak.

Bir an gelir,
Hüznün yarısı yüzüne,
Yarısı ellerine çökerdi,
Aynaların diline düşerdin

Dün gibi uzak olurdu.
Dün gibi karanlık.



ŞÖHRET VE VİCDAN

     2012 Yılının kışıydı. ''Genç savcı suçluları yakalattı,'' başlıklı yazıyı okurken göğüsümü farkında olmadan dişisine kur yapan bir güvercin gibi kabartmıştım.  Sonraki yıllarda bunun gibi hakkımda daha çok haber yapılacaktı fakat hiç biri  ne yazık ki, bu başlık kadar heyecanlandırmayacaktı beni.

     Ertesi sabah mahkeme salonuna girerken mübaşir, ''Hoş geldiniz savcım,'' derken yalakalık sınırlarını her defasında aşan tavrı ile yerlere kadar eğilmişti. Oysa bana öğretilen örf ve adetlere göre, yaşı itibari ile onunki kadar abartılı olmasa da, benim ona saygı göstermem gerekiyordu. Başlarda bir kaçını bu tarz hareketlerde bulunmamaları konusunda uyardım ama, ben onları değil de, adeta onlar beni eğittiler. Şimdi bazen biri saygıda kusur edince garibime gidiyor.

     Mahkeme saati geldiğinde ilk içeri gelen suçlu gasptan yargılanıyordu. Giyimi kuşamı düzgündü. Konuşurken ki sakin tavırları ve üslubu mahkeme salonunda ifade veren birine değilde, daha çok büyük bir salonda konferans veren saygın bir iş adamına benziyordu. Şu dakikaya kadar dikkatimi çekmeyi başarmıştı. Genelde bu tarz basit davalarda, davalının ifadesindeki belli noktalardan suçlu olup olmadığını çıkartırdım. Baştan sona inkar içerikli bu sözlü savunmaları da pek dikkate almazdım. Bu defa da işim kolay olacak sanıyordum fakat öyle olmayacağını daha ilk dakikasından anlamıştım.

     Duruşmanın ilerleyen dakikalarında, suçlama makamı olarak görevimi yerine getirerek dört yıl iki aya denk geleceğinden emin olduğum ceza ile yargılanmasını önerdim. Hakim, iki yanında duran biri yardımcısı diğeri psikolog olan memurlarla kısa bir fısıldaşmanın ardından, ikinci duruşmayı 3 ay sonraya attı. Bu adli tatile denk geldiği için en iyi ihtimalle iki ay sonrasına yeniden gün verecekti mahkeme. Yani, davalının ikinci defa derdini anlatana kadar içeride geçireceği beş ayı vardı. İlk mahkemenin de, dört ay sonra olduğunu hesaba katarsak, bu dokuz aya denk geliyordu. Ceza alacağı kesinleşen sanıklar için bu durum her ne kadar avantajlı olsa da, masum oldukları ispatlananlar için ise gerçek anlamda bir haksızlık demekti.

     Adli tatilde hakim olmamasına rağmen nöbetçi hakimle duruşma devam etti. O da, hakimin dosyasına müdahale etmek istemediği için tam da beklediğim gibi, mahkemeyi iki ay on gün sonraya attı. Bu defa mahkum hiç konuşma fırsatı bulamadı. Gözündeki morluk dikkatimi çekti. Epeyde kilo vermişti. Ters giden bir şeylerin olduğunu anlamama rağmen hiç bir şey sormadım.

     Yarın iki ay on günlük süre doluyordu. O mahkumun üçüncü mahkemesini görecektik. Arkadaşlarla o gece bir şeyler içmek için dışarı çıktık. Yarın ki mahkeme üzerine düşünmem gerekiyordu ama, henüz mesleğin ikinci yılında bırakmıştım böyle şeyleri. O kadar çok dava vardı ki, bir süre sonra işler içinden çıkılmaz bir hal alıyordu. Arkadaşla iyice kafaları çektikten sonra evin yolunu tuttum.

     Sabahki ilk dava onundu. Başım fena halde zonkluyordu. Bugün de diğer bazı günler gibi kolay geçmeyecek gibi duruyordu. Onun kapıdan girdiğinde ki halini görünce içimde bir acıma hissi belirdi. Alnının sağ yanında irice bir şişlik vardı. Her iki gözünün altında da morluklar vardı. İlk günkü dik duruşundan eser yoktu. Sağa doğru yatık duruyordu. O kadar zayıflamıştı ki, gömleğinin üzerine giydiği süveter üzerine geçirilmiş bir çuvalı andırıyordu. İlk günkü hali hatırımda kalmasa, bu hali ile gasp suçunu işlediğinden hiç şüphem kalmazdı. Bu defa hakim söz verdiğinde o akıcı konuşması yerini ağzından zar zor çıkan bir iki acı kelimeye bırakmıştı: ''Be... Be... Ben suçsuzum hakimim.'' Ön iki dişi kırıldığından kelimelerin telaffuzunda sorun yaşıyordu.

     Mesleki reflekslerimin o an sanki yüzyıllardır omzumda taşıdığım bir yük gibi ağırlaştığını hissettim. En büyük yardımcım olan bu refleksler, bir an da en büyük düşmanım olmuşlardı. Ve vicdanım da ilk kez bu kadar sarılmıştı boğazıma. O arada söz bana geldiğinde hakime savunmayı bir kez daha okumak istediğimi söyledim. İfadesinde, bir taksici ile hesap yüzünden kavga ettiklerinden bahsetmişti. Taksici fazla para istemiş, vermeyince de kavga etmişlerdi. Daha sonra taksici, gasp edildiğini öne sürerek adamdan davacı olmuştu. Mesleğin o ilk yıllarındaki şevkim olsaydı gözümün önünde duran bir gerçek yüzünden bu adamı, dokuz aydır boşuna ceza evinde yaşayacağı türlü acılara maruz bırakmazdım. Ben suçlu suçsuz ayrımı gözetmeden içeriye attığım onlarca kişi için hakkında satırlarca haber yazılan bir savcıydım. Hangi ara bu kadar ünlendiğimi ise hiç hatırlamıyorum. Taksicinin gasptan sabıkası olduğu notunu düşmüşüm bir kenara. Davalının haline bir kez daha baktım. Gözünden süzülen ince bir yaş süveterinin yeşil baklava deseninin üzerinde eriyip gitti. Ona acımak istemiyordum ama içimdeki acıma duygusuna bir türlü engel olamıyordum. Bu duygunun kararımı etkilemesine izin veremezdim.

     Sonunda kararımdan emin olabileceğim bir ayrıntıyı yap bozun son parçasıymış gibi aklımdaki yerine oturttum. Nasıl bir gaspçı, gasp edeceği taksiciyi evinin önüne kadar getirip, orada suç işlerdi ki? Cevap başından beri gözümün önünde öylece duruyordu. Önce bu ifadeyi mahkemeye taşıyan polislere kızdım. Ardından mütealamı davalının serbest kalması yönünde açıkladım. Son umudunu da dört duvarın ardında bırakan davalının gözünde yeniden yeşeren o parıltıyla bana bakışı meslek hayatım boyunca aldığım en büyük ödül oldu. Çünkü ben vicdanımın hiç bir zaman bu kadar hür olduğunu hatırlamıyordum ve bir daha asla böyle bir hata yapmamaya karar verdim.

     Ertesi gün olduğunda, ''Mesleğinin zirvesinde istifa eden meşhur savcı'' olarak son kez manşetlere taşınırken, aynı zamanda da vicdanı hür bir adam olarak yeniden doğuşumu kutluyordum.

ŞİİR

Tekinsiz bir gece,
Tekinsiz şarkılar,
Efkarlı komşular.
Burası kederli dünyanın başkenti.
Burası asıl olmak istediğin o yer.
Bulutların insanlara sevdalandığında,
Yerle bir olduğu o yer.
Gözün gözü görmediği bir şehirde,
Önüne gelene ''Gitme,'' dediğin yer.


23 Ekim 2015 Cuma

SARI SARDUNYALAR ÇİÇEKÇİLİK (SAKSININ İNTİKAMI 1)

     ''Bir saksı intikam alır mı hiç?'' Bu cümlenin ilk bakışta oldukça tuhaf geldiğinin farkındayım. Ama ortada bir saksının intikam almasını gerektirecek bir durum varsa almalı. Siz de bu seferlik saksı için bu durumu olağan karşılayabilmelisiniz. Bu hikaye de zaten bunun için var; daha önce dünyada hiç bir saksıya tanınmamış bir hakkı tanımak için.

     Dün akşam saatlerinde, evdeki canlı nüfusunun artışında benden daha çok katkısı olan bitkimin yapraklarını siliyordum. Aniden bir tohumun toprağa düştüğünü fark ettim. Bir defasında bir yerde bitkilerin stres altında üreme eğilimi gösterdiklerini okumuştum. Bir tehditle karşılaştıklarında, neslin devamını sağlamak adına, mevsimine bakmadan etrafa tohum atarak üremeye çalışıyorlardı. Yani, yerli yersiz atılan bu tohum, bitkinin benden korkuyor olduğu gerçeğini anlamamı sağlamıştı. Şimdiye kadar aramızda tatsız olacak hiç bir olay yaşanmamıştı ya da en azından ben öyle olduğunu düşünüyordum. Her akşam bir bardak suyunu vermeden yatmazdım. Arada bir çevreden topladığım çeşitli çiçekleri toprağının içerisine yerleştirerek gerekli olan vitaminleri organik yollardan almasını sağlardım. Doğru ışığı ve doğru yeri bulana kadar evin içinde önce metrelerce sonrasında ise milimetrik hesaplarla yerini ayarlamıştım. Tüm bunlardan sonra benden neden korkuyor olduğunu anlamam mümkün değildi.

     Tohumu atalı bir haftayı biraz geçiyordu. Cumartesi gecesiydi. O gün eve geç gelmiştim. Bitkiyi yerde can çekişirken görünce bir an aklımı kaçıracak oldum. Koşarak yanı vardım. Bir taraftan köklerini yere saçılan toprakla örtmeye çabalarken diğer taraftan buna neyin sebep olmuş olduğu ile ilgili etrafı kolaçan ediyordum. Parçalanan saksı etrafa dağılmıştı. Bir parçasının ise bitkinin gövdesine saplandığını fark ettim. Acele ile parçayı gövdeden çekip çıkardım. Gövde neredeyse kopmak üzereydi. Aklımı kaçıracaktım. Bitkinin etrafında saksı parçalarından başka hiç bir şey yoktu. Tabi ya saksı! Bunu daha önce neden düşünememiştim. İki ay önce onu bir arkadaşımdan almıştım. Bir gece tatil dönüşü eve geldiğinde saksıyı yana devrilmiş ve içindeki tüm toprağın boşalmış bir halde bulduklarını söylemişti. İçindeki çiçek ise çoktan solmuştu. İkinci defa ektikleri çiçek ise, daha ayı dolmadan kurumuştu. Daha sonra saksıyı atacaklarını öğrendiğimde onlara alabileceğimi söyledim. Benim bitkininkinin değişme zamanı gelmişti. Daha büyük bir saksıya geçmeliydi. Bunun işimi göreceğini söyledim. Onlarda kırmadılar beni, hediye ettiler. İki ayı daha doldurmadan benim bitkimi de trajik bir sonun içine sürüklemişti. Peki anlamadığım, neden kendi canına da kıymıştı? Neden?

İşte o an gerçeğin gözlerimin önünde öylece yattığını anlamıştım. ''SARI SARDUNYALAR ÇİÇEKÇİLİK'' Burası bitkimi satın aldığım yerdi. Tabi ya nasıl bu kadar aptal olabilirdim. Bitkiyi alırken bu saksının içerisindeydi. Şimdi hatırladım. Dükkan sahibi ısrarla saksısı ile almamı söylediyse de, bu saksının onun için büyük olduğunu ve alamayacağımı söylemiştim. O gün onları ayırmış olmamın cezası mıydı peki bu? Saksım benden intikam mı almıştı. Ya da kim bilir belki de ikili bir ittifaktı bu; bir daha hiç ayrılmamak için bu yolu seçmiş olan iki farklı dünyanın kendi kaderlerini tayin etme tercihi.

     Sonra ani bir karar aldım: Onlar için yolun sonu burada, döşemenin üzerinde gelmeyecekti. Henüz ölmeleri için çok erkendi. Bu yüzden saksının dağılan tüm parçalarını özenle topladıktan sonra üç saatlik bir uğraşın ardından eski haline getirmeyi başarmıştım. Ardından şanslı olan bitkimin kopmasına ramak kalan gövdesini eski haline getirerek bantla sardım. Beni anladıklarını biliyordum. Bu yüzden de her ne olursa olsun onları bir daha ayırmayacağıma dair onlara söz verdim.

     Yanılmıştım. Resmen çok fena çuvallamıştım. Ertesi gün geldiğimde yine saksının yere düşmüş olduğunu ve bitkinin bu kez üç parçaya bölünmüş olduğunu görünce anladım. Her parçanın yanında keskin bir saksı parçası duruyordu. Onlar bir daha ayrılmamak için beraber ölümü seçmiş değillerdi, bir sebepten kanlı bıçaklı olan iki farklı dünya olmalıydı onlarınkisi. Bunu nasıl anlayamamıştım. Bitkim o gün o tohumu benden korktuğu için değil, ondan korktuğu için atmıştı. Ne kadar da aptaldım. Onları yeniden bir araya getirmek için bir de saatlerce çaba harcamıştım. Saksının mutlak intikam planını tamamlayabilmesi için ona  ellerimle yardım etmiştim. Bitkimin hayatını kurtarabilecekken, onu ikinci defa ölümün kucağına ben bırakmıştım. Kendimden nefret ediyordum.

     Şimdi saksı için bir son düşünmeden hemen karar vermeyecektim. Saksının haklı olabileceği ihtimalini de değerlendirmeliydim. Bir hata daha yapmak istemiyordum. Yarın bunun için soluğu ilk iş ''SARI SARDUNYALAR ÇİÇEKÇİLİK''te alacağım.

Yazılmaya gerekli görülen not: Yani biliyorum böyle hikaye olmaz ama, oldu bi'kere na'palım. Sonuna kadar sabırla okuyan herkese teşekkürler.






22 Ekim 2015 Perşembe

BEN BU GÖZLÜĞÜ BOŞUNA ALMIŞ OLAMAM

     Bugün bankada beklerken iki ay önce gözlük taktığı için aramızda ufak bir sohbet geçen gişe görevlisinin artık gözlük takmadığını fark ettim. Bunu fark etmemi sağlayan da yanında ki gişe görevlisinin gözlük takmaya başlamış olmasıydı. Bazı insanlar kendilerini daha zeki ya da çalışkan hissetmek için gözlük takıyor olmalı diye düşündüm. Oysa gözlük yazdırmak için bir defasında doktora gittiğimde, odaya girmeden önce hemşire, ''Hastayı alalım mı?'' demişti. ''Hasta...'' Kulağa biraz ürkütücü geliyor ama gözlük için bu duruma katlanıyor insan.

     Bir de yazar tutkusudur gözlük. Her yazarın bir gözlüğü olmalı. Kullansa da kullanmasa da olmalı. Bu tıpkı kullanmadığı halde yanında pena taşıyan gitaristin tutkusuna benziyor. Belki de benzemiyor. Bilemedim. Bu duruma daha uygun bir örneğin kafanızda canlandırdığınızı varsayma hakkımı kullanacağım burada. Bir örnek daha bulmaya kafa yormaktan daha kolay çünkü böylesi.

     Neyse, sonra gittim daha önce aldığım gözlüğü buldum. İçimden ''Bu gözlüğü boşuna almış olamam,'' dedim. Takınca da anladım. Uzağı pek göremediğim için almıştım. Yani, şöyle kitap okurken ya da bir şeyler karalarken takamayacaktım. Daha çok araba kullanırken uzaktaki tabelaları daha iyi okumak için takmam gerekiyordu. İşin aslı, tabelaları o kadar uzaktan okumasam da olurdu. Anlayacağınız, durum ile ilgili gerçek pek havalı bir sonuca çıkmıyordu benim için.

     Böylece kabına koyup, bir daha hatırıma gelene kadar yeniden rafa kaldırdım. Böyle işte. Benim bu girişimim ekonomiye can vermek dışında pek bir işe yaramamıştı. İlk heves önemlidir ama.

     Sonuç olarak, bu anlatının iki ana fikrinden bir tanesini siz çıkardınız; gözlük hevesi diye bir gerçek olduğunu. Diğerini de ben söyleyeceğim: O da tatmin duygusunu giderene kadar akıldan çıkmayan o ilk hevese karşı olan zaaflarımız var; girişimcilerin çok işine yaradığı ortada.

     Yani, her koşulda kapitalizmin saflarına geçme eğilimi gösteren arzularımız ile başa çıkamıyor olmamız gerçekten tuhaf bir durum. Anlaması da epey güç. Bir sistem gerçekten onu yaratan insanlardan daha akıllı olabilir mi?


19 Ekim 2015 Pazartesi

TESİRSİZ FIRTINALAR -KUYUDİBİ-

Bazı zamanlar hiç bir şey yazamıyordum. Bir karanlık çöküyordu zihnime. Parmaklarım mosmor oluyordu. Ne kadar zorlarsam zorlayayım olmuyordu; tek satır yazamıyordum.
Buna karşın dışarıda her gün onlarca fırtına kopuyordu. Bunlar üzerine tesirli bir kaç kelam etmem gerekiyordu, çünkü ancak böyle bir iz bırakabileceğime inanıyordum. Mesela mahallenin Müjgan ablasının 4. eş adayı olan Hamza abi, her akşam gece mesaisinden önce taksisini apartmanın önüne çeker, son ses o mahur besteyi çalardı. Müjgan abla ise sadece perde aralığından şöyle bir bakıp, hızla içeri girmekle yetinirdi. Uzun süre bu böyle gitti. Ta ki bir sabah Müjgan ablanın ölüm haberi gelene kadar. Küvette bilekleri kesilmiş şekilde ölü bulunmuş. Bir de not varmış yanında, ''Üzgünüm Hamza,'' diye. Hamza abi haberi gece taksiye çıkmadan önce aldı. Önce inanamadı tabi. Sonra o mahur besteyi açtı yine son ses. Ardından bagajdan çıkardığı bir bidon benzin ile taksiyi ateşe verdi. Kuyudibi, kuyudibi olalı böyle bir yanma görmemiştir.
Bir de Cemal Reis vardı. O da mağrur, O da hüzünden gemiler yüzdürürdü Kuyudibi'nin kaldırım kenarı ırmaklarında. Ufak bir marangoz dükkanı vardı. Aslen gemicilikten terk. Trabzonlu. O da sevdalı. Gençliğinde, sevdiği kızı vermemişler. Kaçırmış. Kız, aslında ''Bugün olmasın,'' demiş. ''İçimde kötü bir his var.'' Dinlememiş tabi Cemal Reis. O zaman yaşı yirmi. Hiç bir şeyden korkusu yok. Gece soluğu limanda almışlar. Çözmüş teknenin iplerini bırakmış kendini Karadeniz'in karanlığına. İlerleyen saatlerde bir fırtına kopmuş. Cemal Reis bir teknenin burnuna bir arkasına koşuyormuş. Fakat nafile, tekne sonunda dalgalara dayanamamış. Batmaya başladığında ise, Cemal Reis'in daha yeni gelmiş aklı başına. Koşmuş kızın yanına ama, hiç bir yerde bulamamış. Ne zaman denize düştüğünü dahi bilmiyormuş. O an ölmek istemiş ama, olmamış. Onu da becerememiş. Karaya vurduğunda kulağına çalınan ilk sevdiğinin sesi olmuş, ''Bugün olmasın.'' O günden beri Cemal Reis, Ne memlekete gitmiş, ne de evlenmiş. Kuyudibi'nden son yirmi yıldır başka bir yere adımını attığını da daha gören olmamıştır. O da dün sabah dükkanda ölü bulundu. Kendini asmış. Onun da başında bir not: ''Vasiyetimdir, cesetimi Karadeniz'in en derin yerine bırakın.''
Anlayacağınız üzere Kuyudibi'nde insanlar normal yollardan pek az ölürler. Aslında bende bazen kendi ölümümü düşünmüyor değilim. Peki ya siz, siz hiç düşündünüz mü kendi ölümünüzün nasıl olacağını? Seksen yaşında sevdiğinizin yanıbaşında huzur içerisinde gözlerinizi yumacağınız hayalini bir kenara bırakarak düşündünüz mü hiç?
Kısacası Kuyudibi'nde herkes hayata borçlu. Bu yüzden de, kimse normal yollardan ölmüyor sanırım. Geçtikleri hayatlarda kaybolmayan izler bırakır burada yaşayanlar. Benim daha bir izim yok, ama olacak. Çünkü, burası Kuyudibi. Dünya'daki sefaletin kendi elleri ile yarattığı binlerce cehennemden yalnızca biri. Önemsiz hayatların kopardığı tesirsiz fırtınalarla dolu bir semtin de adı aynı zamanda..

18 Ekim 2015 Pazar

AH BU ŞARKILARIN GÖZÜ KÖR OLSUN

Borcunu şarkı ile ödeyen bir kız tanıyordum. Sorduğu her sorunun karşılığında bir şarkı gönderirdi. Neyi sevip sevmediğime bakmazdı. İsteyip istemediğimi, dinleyip dinlemediğimi dahi sormazdı, çünkü onun için bunun bir önemi yoktu. Kendi söyledi, ''Önemli olan bir gün çekip gittiğinde ardından kendini borçlu hissettiğin kimseyi bırakmamak olmalı,'' diye.
Bir gün soracak sorusu kalmadığında, şarkıların da arkası kesilmişti. Önce hafif bir boşluk belirdi, sonra git gide derinleşti. Gönderdiği şarkıları bilgisayarda kaydettiğim yeri bulmam biraz zaman aldı. Dinlemeye başladığımda ise, hiç birinin hoşuma giden parçalar olmadığını fark ettim. Diğer taraftan da dinlemeye devam ediyordum.
Sonunda o kadar çok dinlemiştim ki, dinlemediğim zamanlarda ezberden söyler olmuştum. Bu arada soruların arkası öylece kesilmedi. O, bir gün aniden ortadan kayboldu. Tıpkı dediği gibi ansızın çekip gitti. Sonra fark ettim ki, gelişi de öylece ansızın olmuştu. Hiç sormadığım, hep ötelediğim bir sorunun cevabıydı halbuki, O'nun kim olduğu ve nereden geldiği? Nereden geldiğini bilseydim, gittiği yeri de bilirdim. O günden beri her tanıştığıma, nereden geldiğini sorarım, olur da kaybetme korkusu yaşarsam diye.
Tüm o şarkıların içerisinden bir tanesi, belki de tek sevdiğim ve en çok kendi kendime mırıldandığım da yatıyordu sadece adını bildiğim biri üzerine neden bu kadar çok kafa yorduğumun cevabı:
''Ben seni çoktan unuturdum da, Ah bu şarkıların gözü kör olsun!''

RIZA BİR SERİ-KATİL OLMAK İSTİYORDU

     Adı Rıza olan potansiyel bir seri-katil tanıyordum. Bir keresinde sevdiği herkesi öldürmek istediğini söylemişti. Bunun mümkün olmadığını, çünkü öldüremeyeceği kadar çok sevdiği birinin muhakkak olacağını söyledim ona. O da yanlış anladığımı söyledi bana, ''Şu Şeker Portakalı'ndaki çocuk Zeze gibi yapacağım,'' dedi, ''Hepsini kalbimde öldüreceğim. Bunu bir çocuk yapabiliyorsa ben de yapabilirim.''

17 Ekim 2015 Cumartesi

ÖZGÜRLÜK

     Ölü bir atın yanında oynayan çocuklara dalmış, sigarasından bir nefes aldı. Arkadaşı gelip omzuna dokundu ve ''Artık gitmeliyiz'' dedi. Adam hiç tepki vermedi. Çocuklara bakmaya devam etti. Sonra olduğu yerden kımıldamadan, ''Ne kadar mutlular, değil mi? Halbuki yanı başlarında ölü bir at yatıyor. Onlarınsa umurunda değil!''  dedi. Arkadaşı düşünmeden karşılık verdi: ''Umursamamazlık değil; çünkü böyle yaşamaya alışmışlar. Haydi geç kalacağız gidelim artık.'' Adam uzaklaşırken son bir kere daha arkasına dönüp baktı ve yollarına devam ettiler.

     Bir dükkanın önünde durduklarında adam, başının yaklaşık bir metre üzerinde duran tabelaya bakıp iç geçirdi. Dükkana girdiklerinde, dükkanın sahibi olan şık giyinimli bir adam onları karşıladı. ''Buyurun nasıl yardımcı olabilirim?'' diye sordu. Adam bir şey demedi. Arkadaşı hızlıca ''iki tane satın almak istiyoruz. Güçlü olanlardan.'' dedi. Şık giyinimli dükkan sahibi kafasını hafifçe öne eğerek ''Buradan buyurun'' dedi. Adam ve arkadaşı, dükkan sahibinin peşinden aşağı kata inmişlerdi. Pek çoğu Afrika'nın çeşitli bölgelerinden getirilmiş ve kafeslerinde öylece bekleyen canlılara göz atarlarken acele etmediler. Hepsini süzdükten sonra sağlıklı görünümlü iki tanesi için pazarlık yapmaya başladılar. Adam ses çıkarmadan kafeslerdeki canlıları izliyordu. Pazarlığı arkadaşı yaptı. Uzun süren pazarlık sonucu, makul denebilecek bir fiyata iki tane sağlıklı ve zifiri karanlık tenlerinden, metal halkaların diş geçirdiği köleleri satın almayı becermişlerdi. Boyunlarına bağlı tasmalarına birer zincir geçirip, ellerine tutuşturduktan sonra, ''Hayırlı olsun'' diye müşterileri uğurladı, dükkanın sahibi ve oldukça şık giyinimli olan adam.

     Adam ve arkadaşı tam çıkarlarken, arkalarından dükkanın sahibi olan adamın sesi yükseldi. ''Durun! Evrakları unuttunuz.'' Adam sessizliğini korurken, arkadaşı cevap verdi yine. ''Ne evrakları?'' Dükkanın sahibi olan adam yüzüne kondurduğu ve yakasındaki mendille uyumlu nazik gülümsemesiyle yanıtladı, ''Satın aldığınız kölelerin Amerika'daki bir çiftlikte yetiştiklerini gösteren sertifikaları. Bunlara ihtiyacınız olacak.'' Adam tam o sırada, dayanamayarak sessizliğini bozdu, ''Benim bildiğim çiftliklerde hayvan yetiştirirler.'' Dükkan sahibi olan adam bunun üzerine kahkahayı bastı. Kahkahasında insanı rahatsız eden bir kafa sesi vardı. ''Beyefendi şunlara bir bakın, bunlar ormanda doğdular. Derme çatma kulübelerde yaşıyorlar. Çatal kaşık kullanmayı bile bilmezler. Vahşi bir hayvandan bir farkları yoktur. Hatta daha iyi bile olduklarını söyleyebilirim. Vahşi bir hayvana boğazınızı teslim edemezsiniz. Ama şu köle sizi sabaha kadar tıraş etse, şah damarınıza ufak bir çizik atmak aklına bile gelmez.'' Adam öfkesine hakim olmaya çalışarak ve gülümseyerek karşılık verdi. ''Doğru. Çünkü, vatanlarını terk etmeden önce umutlarını da terk etmişler. Belki de onlar sadece karınları doyurmak için avlanıyorlar. Bizim gibi zevk için birini öldürmenin ne demek olduğunu bilmiyorlardır.'' Dükkan sahibi olan adam bir şey demeden, yeleğinin düğmelerini zorlayan göbeğini yukarı aşağı titreştirerek kahkaha atmaya devam etti. Adam, arkadaşına baktı. Arkadaşı başını hafifçe sağ ve sola doğru bir kaç kez ağır hareketlerle oynattı. -Yapma- der gibi bakıyordu. Adam ise dükkan sahibine döndü tekrar, ''Bu köleler dilimizi konuşabiliyor ve artık bizim malımız değil mi?'' diye sordu. Dükkan sahibi ''Evet'' diye yanıtlarken hala gülümsüyordu. Adam bu kezde ''Ve ben ne istersem yaparlar değil mi?'' diye sordu. Dükkan sahibi ''Evet'' dedi bir kez daha. Adam elindeki anahtarla kölelerin kollarındaki ve bacaklarındaki prangaları açtı. Dükkan sahibine dönerek ''Usturanız var mı?'' diye sordu. Dükkan sahibinin gülen yüzü birden ciddi bir hal aldı ve adamın yüzüne dikkatlice baktı. Adam, ''Korkmayın dediğinizi deneyeceğim, bakalım şah damarı konusunda haklı mısınız?'' Dükkan sahibi ciddi ifadesini koruyarak ''Benim için problem değil.'' dedi ve çekmeceden çıkardığı usturayı uzatırken tekrar ''Emin misiniz?'' diye sordu. Adam başını hafifçe -evet- anlamında aşağı eğdikten sonra, dükkan sahibinin uzattığı usturayı eline aldı. Dükkan sahibi yan tarafta oturacağı bir sandalyeyi işaret etti. Adam sandalyeye baktıktan sonra, sahibi olduğu zencinin kulağına eğilerek fısıldadı, ''Dışarıda bekliyor olacağım, işin bitince istersen gelip, söyleyeceklerimi dinleyebilirsin ya da gitmekte serbestsin.''

     İki köle ile dükkanın sahibi olan adam odada yalnız kalmışlardı. Dükkan sahibi ne olup bittiğini anlayana kadar kapı kapanmış, adam ve arkadaşı çıkmıştı. Kapanan kapının ardından dükkan sahibi bakışlarını önce elinde ustura olmayan köleye, sonra da diğerine çevirdi. İlk defa gülümseyen bir zenci görüyordu hayatında.

     Adam, arkadaşıyla dışarıda beklerken, içeriden gelen çığlıklara aldırış etmeden bir sigara yaktı. Usul usul sigarasından çekerken, bir süre sonra dükkanın sahibi olan adamın, tıpkı gülüşündeki gibi çığlıklarındaki kafa sesi de adamı rahatsız ettiği için bir kaç adım uzaklaşmayı tercih etti. Dükkan sahibinin az önce köleler için yaptığı hayvan yakıştırması, şimdi kendi çığlıklarında can buluyordu. Arkadaşı o arada adama dönüp, ''Öylece çıkıp gidebilirdik'' dedi. Adam ciddi tavrını koruyarak, ''Gülüşü çok rahatsız ediciydi. Bunu  hak etti'' diye cevapladı. Arkadaşı, ''Yakasındaki mendile kan bulaşmamış ise onu almak istiyorum.'' diye bir espiri ile kısa muhabbetlerini, çıkmaz sokağa çıkmadan kenara çekmiş oldu.





   

14 Ekim 2015 Çarşamba

OLMAYACAK

Zamanla geçer gibi yapıp, geçmeyen hatırları yargılayan bir mahkeme kurulmayacak. Böyle bir şey olmayacak.

7 Ekim 2015 Çarşamba

HAİN MUSTAFA

     Bir gün mahalleden arkadaşlarla maç yapacaktık. Adam alışırken, en sona Mustafa kalmıştı. Şişmandı Mustafa. Pek koşamazdı. Bu yüzden kimse almak istemedi. Bir sonraki alışmamızda Mustafa öne attı kendini. ''Ben kaleye geçerim,'' dedi. İri olduğu için kalenin neredeyse tamamını kaplıyordu. Bizim yetenekteki çocukların onu geçmesi pek kolay olmadı ve o günden sonra adam alışırken ilk Mustafa'yı almak için yarışır olduk. Mahallenin en şişman ve akıllı çocuğu oydu yani. Aynı zaman da en yetenekli kalecisi de oydu. Bir gün dünyanın en iyi ve şişman tek kalecisi olarak tarihe geçeceğine tüm masumiyetimizle inanıyorduk.

     İki hafta sonra başka mahalleden çocuklarla maç ayarladık. Göğüsümüzü kabartarak sahaya çıktık. İçimiz çok rahattı, çünkü kalede Mustafa vardı.

     Maç bittiğinde, 11-1 yenilmiştik. Mustafa neredeyse tüm pozisyonları Türk misafirperverliğine yakışır derecede buyur etmişti. Bir türlü anlam verememiştik bu duruma. Fakat, bundan önce karşı takımın dalga geçmesini kaldıramamış kavga etmeye başlamıştık. Mustafa yine sahneye çıkmış, çocukları bir bir sağ sola savurmaya başlamıştı. Bu yüzden maçtan sonra hiç bir şey diyememiştik Mustafa'ya. O gün yediği goller yıllarca bir sır olarak kaldı aramızda.

     Tam 15 yıl sonra Mustafa'yı Samatya'da sayısal bayiinde gördüm. İlk ne iş yaptığını sordum. Kaleci olup olmadığını merak ediyordum. Pastaneci olmuştu Mustafa. Hala epey şişmandı. Aklıma geldi nedense ve o gün o golleri nasıl yediğini sordum. Meğer, karşı takım ile anlaşmış, maçtan sonra Mustafa'yı muhallebiciye götürüp, istediği kadar tatlı yemesine izin vereceklermiş. Tabi, çocukları dövmek hesapta yoktu. Anlayacağınız tatlıdan da olmuş Mustafa. Ben yine de sitem ettim, ''Oğlum, şerefimiz iki paralık oldu senin yüzünden,'' dedim.'' Derin bir iç geçirdi, ''Sen o an orada olacaktın. 'Baba' filminde gibiydik. Bana reddedemeyeceğim bir teklif yaptılar,'' dedi. Yüzüne baktım diktik. ''Pişman mısın?'' diye sordum. Kararsızlık içerisinde omuzlarını silkti. Anlaşılan benim ki kadar yeri yoktu bu hatıranın onun hayatında. Bu yüzden uzatmadım daha fazla. Güldük geçtik.


GÜZEL GÜNLER GÖRECEĞİZ

Doğduğum yerde ölmeyi çok isterdim. Kutsal limanımda. Böyle olmayacağını biliyorum. Ani ölüm korkunç gelecek. Nerede olduğuma, o an ne yaptığıma bakmayacak. Belki sonunda sevdiğim kızla bir araya gelmişken, üstelik akşamın yeterince loş bir vaktinde gelecek... Belki salacakta yürüyüş yaparken, belki zaten öleceğim bir anda, kim bilir belki de hiç ölmeyeceğimi düşündüğüm bir anda gelecek.

Dışarıdaki hava böyle kötü düşüncelere yer bırakmayacak kadar güzeldi. Bu tarz düşünceleri aklımdan kovmama yeter de artardı bile. Böyle günlerde pencereden bakmayı çok seviyordum. O güzel bahar güneşi orada öylece duruyordu, ama ona dokunamıyor ve hissedemiyordum. Müthiş bir duygu vardı içimde çıkıp, havayı iliklerime kadar hissetmem için, ama çıkamazdım. Çünkü, elde etme duygusunun tüm o güzel hisleri yok edeceğine inanıyordum. Bu yüzden her zaman pencereden bakmayı yeğlerdim.

Bir telefon ettim. Güzel günler göreceğiz demek için arkadaşımı aradım. Çaldı, çaldı ve bir sonraki çalışında telefona tanıdık olmayan bir ses karşılık verdi. Kim olduğunu sorduğumda, ''Halasıyım ben,'' dedi. ''O nerede?'' diye sordum. Kısa bir sessizliğin ardından, ''Başımız sağolsun,'' dedi. ''Dostlar sağolsun.'' dedim şaşkınlığımı gizleyen otomatik bir yanıtla.

Dışarı çıktığım gibi bir taksiye atlayıp cenaze evinin yolunu tutum. Kapıyı irice, bıyıklı bir adam açtı. Bu kez ben, ''Başımız sağolsun,'' dedim. ''Dostlar sağolsun,'' dedi. İçeri girdiğimde kapı aralığından diğer odadaki kadınları gördüm. Biri baktığımı fark edip, hızlıca kapıyı kapadı. Erkeklerin olduğu bölüme geçip, yaklaşık 17 kişi ile tokalaşıp, sarıldıktan sonra 18. boşluğu doldurmak için bir sandalyeye oturdum. Yanımdaki adamın kulağına eğilip, ''Nasıl olmuş?'' diye sordum. ''İntihar etmiş,'' dedi. ''Eee, güzel günler görecektik ama,'' dedim. Omuzlarını silkerek ''Kısmet değilmiş,'' dedi.

Helvayı yerken yaşlı bir konuk da kalp krizi geçirip oracıkta öldü. Herkes için beklenmedik bir şok etkisi yarattı bu durum. Bense sakinliğimi koruyarak, çaktırmadan cenaze evinden ayrıldım. Anlaşılan içime ilk defa güzel bir şey doğmuştu, o da en olmadık zaman da doğmuştu. Ani ölümler gerçekten yürek hırpalıyordu. Etkilenmemek mümkün değildi. Sonra silkelenip kendime geldim ve, ''Güzel günlerin canı cehenneme,'' dedim. Bugün zaten güzel bir gün.




6 Ekim 2015 Salı

DERVİŞ

''Ormanı tedavi etmeye gideceğim. Gelmek ister misin?'' dedi Derviş suyun başındaki gence. O ana kadar dervişin oradaki varlığından habersiz, yanında getirdiği kovaya su çekmek ile meşguldü. Hafif bir ürperti duydu. Döndü Derviş’e. Başıyla hızlıca bir selam verdikten sonra, ''Ormanı mı tedavi edeceksin?'' diye soruyu yineledi. Derviş, -Evet- anlamında başını hafifçe öne doğru eğdi. Bir dervişin davetini kabul etmemezlik yapamazdı elbette. Vakit kaybetmeden takıldı peşine.

Sıra sıra dizilmiş ağaçların yanına geldiklerinde, ormanın tam başlangıcında durdu Derviş. Daha öncesinde hiç ağaç yoktu. Orman sanki görünmez bir çizgi ile geldikleri yönden ayrılmıştı. Genç dikkatli bir şekilde Derviş’i süzüyordu. Adam ise gözlerini kapadı ve kısa bir süre için ayakta öylece bekledi. Bekledi, bekledi. Ardından ansızın ormanın derinliklerinden bir çığlık koptu. Çığlıktan yayılan acı dolu notalar havada serbestçe dolaşıyorlardı. Genç, panik içerisinde önce ormana sonra Derviş'e döndü. Az öncekinden daha güçlü ve daha uzun bir çığlık, diğerinin peşinden duyuldu. İçini bir ürperti kapladı.

Derviş açtı gözlerini. Tebessümü şaşkına dönen genci güvenle kucakladı. ''Çığlıkları duydum mu?'' diye anlamsız bir soru sormuştu istemeden. Derviş, yine -Evet- anlamında kafasını hafifçe öne eğdi. Su dolu kovayı yere bıraktı. ''Sence bu çığlıklar kimden geliyor?'' diye sordu bu defa da. Derviş derin bir iç geçirerek, ''Ağaçlar acı çekiyor,’’ dedi. ‘’Biz de bu yüzden buradayız. Onları tedavi edeceğiz.’’ Vakit kaybetmeyerek ağaçların arasından uzanan dar bir yola girdi. Genç bir an etrafına bakındıktan sonra o da arkasından dar yola daldı.


Şimdi etrafları sıra sıra dizilmiş ağaçlar ve ağaçlara dolanmış sarmaşıkların üzerinde açmış renk renk çiçeklerle doluydu. Daha önce hiç görmediği renkleri görüyordu. İlerledikçe ağaçların arasında onları izlemekte olan maymunları fark etti. İçeride bambaşka bir dünya vardı sanki. Derviş'in bir karış arkasında hiç konuşmadan yola devam ediyordu. Biraz daha ilerleyince arkalarına takılmış fareleri fark etti. Yolun yanında da yılanlar ve adlarını bile bilmediği türden sürüngenler onları izliyordu. Derviş olup bitene aldırış etmeden yola devam ediyordu. Bir süre sonra arkasına baktığında farelerle birlikte, sincapların da peşlerine takıldığını fark etti. Ağaçtaki kara bir panter ile göz göze geldiğinde korkudan çığlık atmamak için son anda tuttu kendini. Nihayet sık ağaçlıkların arasından çıktıklarında renk renk çiçeklerle dolu bir açıklığa geldiler. Açıklığın tam ortasında bir göl duruyordu. Gölün ortasında bir kayık ve kayığın içinde bir çocuk uzanmış yatıyordu. Derviş gölün başında dikildi. Üç rekat namaz kıldı. Secdeden başını kaldırdığında kayık onlara doğru hareket etmeye başladı. Genç olup biteni sesini çıkarmadan izliyordu. Kayığın içinde sırtüstü uzanan çocuğun sureti, kendi suretiydi. Kanı çekildi. Dizlerinin bağlarını son anda yakaladı. Kendisi için yeni bir soru sormanın vakti gelmişti. ''Bu nasıl mümkün olur?'' dedi sessizce. Derviş, yüzünde kederli bir ifade ile çevirdi başını. ''Burada insan yalnızca suretten ibarettir. Konuşmaz, tüketmez, kirletmez.'' dedi. İkisi de kayıkta uzanan kırmızı tişörtlü, kısa pantolonlu çocuğu seyrediyorlardı. ''Ne kadar masum olduğunu görüyor musun?'' Kendi suretinin günahsız yansımasını izlerken adeta büyülenmiş gibiydi. Dervişe döndü, ''Peki ağaçlar neden acı çekiyorlar?'' dedi. Soruyu sorması ile kayıkta uzanan çocuğun göğüsünün şişmesi bir oldu ve yarı doğrularak bir çığlık attı. Genç, korku ile arkaya doğru sıçradı. Çocuğun yüzü yeşile döndü, ardından mora ve beyaza... Kapkara kesildi sonra. Yüzü çatladı. Döküldü. Değişti sureti. Şimdi ufak bir kız çocuğu yatıyordu önlerinde.

     Genç kuşku ile Derviş’i süzdü. Aynı soruyu yeniden sormasına gerek olamadığını biliyordu. Derviş, cevap verdi. ''Bu gördüğün kız çocuğu az önce öldü.'' dedi. Ardından, açıklıktaki bir ağacın yaprakları dökülmeye başladı. Savruldular. Gövdesinden çatırtılar yükseldi. Olduğu yere devriliverdi. Toprak bir yarık açıp, çekip aldı ağacı içine. Çimlendi yarığın kapanan ağzı. Biraz daha büyüdü bulundukları açıklık. Bu defa da ağaçlardan bir çığlık yükseldi. Olup, biteni anlamaya çalışıyordu genç. Derken gölün karşısında kendi yaşlarında bir kız ve yanında başka bir dervişin kendileri gibi bir kayığı izlediklerini gördü. Şaşkınlığı arttı. Derviş, yeni sorunun ne olacağını bildiğinden cevap verdi, ''O da senin gibi kendi suretine bakıyor.'' dedi. Genç olup biteni anlamaya çabalıyordu ama her şey fazla karışıktı. Bir süre düşündü. Olduğu yere çöktü. Başını ellerinin arasına aldı. Sonunda doğruldu yavaşça ve Derviş'e bakıp, ''Yani ben de mi öldüm?'' diye sordu. Derviş nazikçe gülümsedi. ''Evet, boğuldun ve cansız bedenin karaya vurdu az önce.'' dedi.

5 Ekim 2015 Pazartesi

EDEBİAT DERGİSİ (ÖYKÜ - YENİ)

Bu ay "Edebiat" dergisi için yazdığım 'Sinek Kuşu' adlı öyküyü okumak için dergiyi #mephisto #6.45dükkan lardan ve internet üzerinden edinebilirsiniz.

Aynı zaman da bu sayıda ''Bir Edebiyat Meselesi'' adlı bir de düz yazım bulunmaktan.

Sevgiler.



3 Ekim 2015 Cumartesi

AKILLARA DURGUNLUK VEREN BİR OLAY

     Bu sabah akıllara durgunluk veren bir olay yaşandı. Akıllar duruldu, duruldu ve sonunda o kadar çok duruldu ki, neredeyse durma noktasına geldi. Herkes zombi gibi dolaşmaya başladı. Bu kadar durgunluk çoktu tabi. Bir şok gerekiyordu. Cebimden çıkardığım hakemlik yıllarından kalan düdüğü ötürmeye başladım. Sokak sokak gezerek öttürüyordum. Tüm durgun akıllara şenlik getirecektim. Niyetim öyle temizdi. Çevreye verdiğim rahatsızlığı önemsemiyordum. En sonunda bir çıkmaz sokağa geldim. Geri dönmek için arkamı döndüğümde köşeye sıkıştığımı anlamıştım. Zombiler üzerime geliyorlardı. Ağır ağır bana doğru yaklaşıyorlardı. Anlaşılan düdük işe yaramamıştı. Hakemken de nefret ederdim bu düdükten zaten. Kartlarım yanımda olsaydı keşke diye geçirdim içimden.Neyse!

     Çıkmaz sokak ve zombilerle aramda nereden baksan iki yüz metre vardı. Şu akıllara durgunluk veren olayın ne olduğunu bulursam insanların da bu durumdan kurtarabilirdim. Sabah saatlerinde akıllara durgunluk veren ne olabilirdi ki? Yüz elli metre kaldı.

     Çıkardığım gibi telefonu kanalı aradım. Haber spikeri kızı istedim telefona. Çok acil olduğunu söyledim. Canlı yayında olduğu için bağlamadılar. Yüz metre kaldı.

     Başka bir çözüm bulmalıydım. Dikkatlerini dağıtacak bir şey... Bulamadım. Panik halinde benim akılda durgunluk yaşıyormuş onu öğrendim. Yetmiş metre kaldı.

     Belediye'yi aradım. ''Yahu,'' dedim. ''Sene olmuş 2015 hala çıkmaz sokak yapıyorsunuz. Utanmıyor musunuz?'' Bunun üzerine ''Gelin bir kahve içelim, sorunu çözelim. Biz sizi seviyoruz, size karşı boş değiliz,'' dediler. Onların da akılları durulmuştu anlaşılan; kapadım bu yüzden telefonu. Altmış metre kaldı.

     İşte o an bir şeyi anladım. Bu benim hikayemdi. Akıl tutulması yaşayan zombiler bana doğru gelirken, belediyeden yardım bekleme fikrinin çaresizliğine kapılmaktansa, kendi süper kahramanımın imdadıma yetişmesini sağlayabilirdim. O dakika gök yüzünden aşağı Sokak-man indi. Çıkmaz sokağın adını değiştirdi. Sokak açıldı. Açılışı devlet büyükleri yaptı. Zombiler de alkış tuttular. Sonra tüm durgun akıllı zombilere kış geliyor diye kömür dağıttılar. Benim düdüğün yapamadığını kömür yapmıştı. Mucizevi bir buluştu bu. Tüm durgun akıllılar çocuklar gibi şen, evlerine dağıldılar.

     Gün kurtulmuş, her şey yoluna girmişti. Tuhaf bir sabah, tuhaf bir şekilde öğleye bağlanmıştı.


2 Ekim 2015 Cuma

KEDİNİN KUYRUĞU YOK

     Mevsim, soğuk. Masanın bir ayağı kırık ama yine de ayakta işte; bizim gibi. Ayağın olması gereken yerde ise kedi kıvrılmış uyuyor. Kedinin kuyruğu yok. Geçen bahar hallendi biraz, tutamadı kendini dışarı attı. Bir saat sonra döndüğünde kuyruğu yoktu. Sordum ama tek bildiği ancak ''Miyavlamak.'' Bu baharda hallenirse kaybedecek bir kuyruğu daha yok yani. Bu kedi için iyi kuyruk avcıları için kötü haber sanırım. Neyse, kedinin hikayesi bu kadar.

     Bir de köpek var. O bizim değil, yan komşunun. Bütün uzuvları tastamam. Ama yine de geçen hafta sonu sabah vakitleri yerde ölü bulundu. Komşu pencereden atladığını söylüyor. İntihar etmiş olabilirmiş. ''Yahu,'' dedim. ''Bizim kedinin kuyruğu yok, azıcık depresyonda biraz fazla uyuyor ama hiç intiharı düşünmedi şimdiye kadar. Sizin köpeğin ne sorunu vardı ki?'' Bildikleri kadarı ile hiç bir sorunu yokmuş rahmetlinin. Hiç bir şeyini de eksik etmemişler bugüne kadar. Anlam veremiyorlarmış bu intihara bir türlü. Baş sağlığı dilediğimde, yalnızca evin en küçüğü bıyık altından gülümsedi. Sanırım bir tek o normaldi.

     Bu hikaye kuyruğu olmayan kedinin hikayesi olduğu için bu kadar. Bir gün kuyruğuna ne olduğunu söylerse söz onu da yazarım.





29 Eylül 2015 Salı

EVRENİN EN ÖFKELİ YAZARI

Evrenin en öfkeli yazarıydı. Kalemi kan renginde yazıyordu. Acıması yoktu kelimelere karşı. Merhamet geçirmez duvarlarla ördürmüştü odasını. Kapı yerine bir ayna duruyordu duvarların ortasında. Ancak öfkesinden deliye dönenler karşı tarafı görebilirdi ve karşıyı görenler girebilirdi yalnızca odaya.  Henüz öyle ayaklar çiğnememişti kahverengiyi, yeşili, maviyi…

Çıkardı ana rahminden, yeni doğan bir sabiyi çıkarır gibi kızıl mürekkebe boyanmış kağıdı daktilosundan.  Ardından dikkatlice bir başkasını taktı. Bu hayatta bir tek doğum sancıları çeken daktilosuna acı çektirmeyi sevmezdi. Bu yüzden mümkün olduğunca hızlı yazar ve her sayfada dünyaya  öfkeden çılgına dönmüş yeni bir hayat verirdi.

Mürekkebine huzur bozan adını takmıştı. Sevmiyordu dünyayı ve ondan türetilmiş olan hiçbir şeyi. Sevimli bir tavşan onun kalemi ile tanıştığı vakit, mutasyona uğramış dev bir lağım faresine dönüşürdü. Lağım farelerinin birbirlerini yemekten hoşlanmalarının altında yatan ironiyi ise dünyadaki kardeş kavgalarından alırdı.  Onun beyaz topraklarında kimse bir birini sevmeye cesaret edemezdi örneğin. Kim buna cesaret ederse, kızıl bulutlardan boşalan yağmura gizlenen böcekler yerdi kalplerini hemen.  Çünkü,  kırılacaksa sonunda hiç sevmemeliydi bir kalp ona göre.

Fakat her şeye rağmen evrenin en öfkeli yazarı son cümlesinde ise her zaman bağışlanmayı dilerdi ve imzasını  ‘’Dünya’nın bu kadar kötü oluşu benim suçum değil,’’ diye atardı.


26 Eylül 2015 Cumartesi

BUGÜN DE AKLIMI YİTİRMEDİM

     ...Onun hikayesini yazdığım şu sıralar düşünüyordum da, bende bir başkasının hikayesi içerisine önemli biri olarak yer almış mıydım acaba hiç?

     Yani herhangi birisi olabilir bu kişi. Mesela, indirim yapmasını istediğim için içinden bildiği bütün küfürleri güler yüzlü bir ifade ile yüzüme püskürten bir taksici. Ya da öğlen işe başladığı halde uykusunu hala alamamış bir tezgahtarın sabahını zehir ettiğim bir hikayenin baş rolü. Bir bürokratın mitingindeki bir nokta! Belki de milli piyongo satıcısının ustalıkla hazırlanmış ''O an'' dümenini yutan her zamankilerden biri. Bekleyen bir kadının gözyaşları ile eskittiği kaldırım taşının hüznünden sorumlu bir zalim de olabilirdim...  Bence bunun hiç bir önemi yok. Sadece hikayenin sonu ''Beni  affet'' temennisi ile bitmesin yeter. Yani sonunda pişmanlık uyandıran şu hikayelerden olmasın.

     Kolay anlatamadığım bir şey bu. Bir his. Bir dürtü. Yani belki de yalnızca nefes alıp vermekten ibaret olamadığımızın ispatıdır başkalarını hayatına dokunmak, kaderin onlar için oynadığı oyunların içine dahil olmak. Bu yüzden de bir başkasının hikayesi içinde yer almak, en az birini sevdiğin zaman yağmur yağacağına inanmak kadar zor olmalı. Bir başka hayata dokunmaktan bahsediyorum, ağır tahribata sebep izler bırakmadan, öyle hafifçe dokunmak...


23 Eylül 2015 Çarşamba

KAZA KURŞUNU


‘’Sevdin mi olum sen bu kızı gerçekten?’’

‘’Sevdim tabi abi. O nasıl laf öyle?’’ Yerde bir noktaya bakışlarını sabitlemiş, hiç kımıldamıyordu Mustafa. Avuç içlerini yavaşça bir birlerine sürtüyordu. Üzerinde oturduğu kırık tuğlanın rahatsız ediciliğine aldırış etmeden bir süre ayaklarının altından geçen karıncaları izledikten sonra kafasını kaldırıp devam etti. ‘’Bir görsen, öyle güzel bakıyor ki, sanki ömrüm boyunca bir daha kimse bana öyle bakmayacakmış gibi geliyor abi. Sonra öyle güzel gülüyor ki, o güldükçe ben nefes alıyorum. Yaşamanın ne demek olduğunu o gülünce anlıyorum. Sonra… Sonra öyle güzel ağlıyor ki bir görsen… İnsan güzel ağlar mı abi hiç! Ama o ağlıyor işte!’’

Tayfun Usta araya girdi. Şaşkınlığı yüzünden okunuyordu. ‘’Oğlum sen bu kızı nerede gördün; hem ağlıyor diyorsun hem de gülüyor?’’ diye sordu.

‘’Cenazede,’’ dedi Mustafa tek kelimeyle.

‘’Cenazede gördün?’’ diye yineledi Tayfun Usta.

‘’Evet abi. Bu arada ben şimdi cenazede âşık oldum ya, günah işlemiş sayılır mıyım?’’ diye sordu ardından.

‘’O nereden çıktı oğlum?’’

‘’İşte cenaze böyle kalabalık, herkes dua okuyor, ölü de var.’’

Tayfun Usta gülümsemesine engel olamadı. ‘’Ulan sen beni güldürdün ya, Allah’ta seni güldürsün ne diyeyim,’’ dedi. ‘’Peki kızı nasıl güldürdün cenazede?’’

 Mustafa’nın yüzünde de belirgin bir tebessüm yayılıverdi. ‘’Önce ağlıyordu. Ben farkında değilim tabi, ona bakıp gülümsüyormuşum. O da benim güldüğümü görünce gülmeye başladı. Böyle işte.’’ dedi ve ardından ekledi, ‘’Peki abi, şimdi diyorum ki, ben onu sevsem, ama öyle değil, böyle çok sevsem. O da beni sever mi?’’

‘’Sever tabi oğlum, neden sevmesin. Bence herhangi bir insanın seni sevmemesi için bir nedeninin olması çok zor. Hem senden temiz sevenini nereden bulacakmış!’’

‘’Değil mi abi? Ben onu sevsem, başka birini gözüm görmez zaten. Dünya bir yana, o bir yana anlayacağın. O beni sevsin yeter. Başka kimse sevmese de olur. Ben yarın ona her şeyi söyleyeyim o zaman.’’

‘’Nereden bulacaksın kızı bir daha!’’

‘’Her gün mezarlığa geliyor abi.’’

‘’Her gün mü? Sen nereden biliyorsun? Dur sakın söyleme! Her gün mezarlığa mı gidiyorsun oğlum sen?’’

‘’Evet abi, bunda yanlış olan ne var? Yani ben o mezarlığa zaten bir kere cenaze için gittim. Sonra hep onu görmek için gittim. Hayat bize buluşma yeri için bir mezarlığı seçmişse benim bunda ne günahım var abi?’’

‘’Yok oğlum, yok senin günahın falan yok,’’ dedi Tayfun Usta. Sitem etmiyordu. Şaşkındı yalnızca. Devam etti. ‘’Peki, ama dikkatli olacağına söz ver bana.’’

‘’Ne için dikkatli olacakmışım ki abi?’’

 ‘’Bak oğlum, hani kanayan yaraya pamuk bastırırsın da, bir süre sonra pamuk yaranın üzerine yapışır kalır ya, işte hayat bazen o pamuktur. En şefkat dolu haliyle işlerin yoluna gireceğini vaat ederken sana, yani en umutla dolu olduğun anda, bir bakarsın başka bir dert açmış başına. Ondan sonra canın acıya acıya o pamukları temizlemeye çalışırsın. O yüzden iyisi mi, sen sen ol, dikkatli ol. Bir şey olacak demiyorum ama yine de dikkatli ol. Sen şimdi böyle temizsin ya, safsın hani… İşte bu yüzden en çok seni üzer bu hayat. Hem de öyle bir üzer ki, aldığın üç kuruşluk nefesi zehir eder. Yediğin iki lokma da diziliverir boğazına. Elinde olsa şuracıkta duracak kalbin, sen sırf bu eziyeti çekesin diye yüz yıl atar.’’ Başka bir şey söylemek için yeniden hareketleneceği sırada araya girdi Mustafa,

‘’Yeter abi! Deme öyle şeyler. Hiçbir şey olmayacak bak göreceksin. O hele bir evet desin. Her şey çok güzel olacak. Böyle filmlerdeki gibi aynı.’’

***

Bir hafta sonra Tayfun Usta mezarlığa gitti. Dünyanın en hüzünlü bir haftasıydı. Umudu pek güçlü olmasa da, sezgileri kızı orada bulacağını söylüyordu. Haklı çıkmıştı. Aynı Mustafa’nın tarif ettiği gibi tam karşısında duruyordu. Ona doğru yürümeye başladı. Yanına geldiğinde kısa bir süre bakışları anlamsızca bir birlerini yokladı. Sonunda sessizliği bozan taraf kız oldu ve ‘’Siz de kimsiniz?’’ dedi.

‘’Ben Mustafa’nın bir arkadaşıyım.’’ dedikten sonra bir süre bekledi, fakat kız beklediği türden bir tepki vermedi.

            ‘’Mustafa da kim?’’

            Tayfun usta elini alnının üzerinde gezdirdikten sonra yüzünden aşağı doru yavaşça kaydırdı. ‘’Kızım buraya sen yaşlarda bir çocuk geliyordu bundan bir hafta öncesine kadar. Her gün üstelik. Hiç öyle birini görmedin mi burada?’’

            Kız, az önce vermesi gereken tepkiyi daha yeni veriyordu. Heyecan ile, ‘’Söyleyin lütfen, yoksa ona bir şey mi oldu? Neden kendisi gelmedi?’’ diye sordu.

            ‘’Her şeyi anlatacağım ama önce bilmem gereken bir şey var.’’dedikten sonra kızın bir şey söylemesini beklemeden ekledi, ‘’Sen buraya her gün neden geliyorsun?’’

            Bir süre cevap vermeden öylece adamın ayakuçlarına baktı. Sonunda kafasını kaldırıp anlatmaya başladı, ‘’İki hafta önce burada bir cenaze vardı. Adamın biri ölmüş. Ben tanımıyorum ama çok zenginmiş. Para verdiler; gelip cenazede bir saat durup, ağlayacaksınız dediler. Hepsi o kadar. Sonra o çocuğu gördüm. Bana bakıp, gülümsüyordu. Tutamadım kendimi bende gülümsedim. Neden bilmiyorum ama sanki hayatım boyunca bir daha kimse bana öyle içten gülümsemeyecekmiş gibi geldi. Bu yüzden ertesi gün bir daha geldim. Onun da geleceğine dair içimde bir his vardı. Geldi de. Sonra işte, her gün buraya gelip onu bekledim; yanıma gelir diye. Gelir de bir insanın öyle içten gülümsemesinin nasıl mümkün olabileceğini anlatır diye. Ama o hep şu büyük aile mezarlığının arkasında saklanıyordu. Bir türlü oradan çıkıp gelmedi. Tam ben gidecektim ona ki, sonra zaten bir daha da gelmedi.’’ Kız bu son cümleyi söylerken üzüntü içerisinde yeniden adamın ayakuçlarına yöneltti bakışlarını.

            ‘’Yani, sen buraya bir kere cenaze için geldin, sonra hep onun için geldin öyle mi?’’ dedi Tayfun Usta ardından.

            ‘’Evet.’’

            Yine elini alına götürdü. Bu kez ardından gözlerini birkaç kez ovuşturdu ve iç geçirdikten sonra elinde tuttuğu gazeteyi kızın eline tutuşturdu. ‘’Üçüncü sayfayı aç,’’ dedi kedere boğulmuş bir ses tonuyla.

            Sayfayı çevirirken başlamıştı ağlamaya daha. Fotoğrafı görünce hemen tanıdı Mustafa’yı ve hızlıca üzerinde yazan başlığı okudu. ‘’KAZA KURŞUNU’’ diyordu. Devam etti gözbebekleri titreye titreye, ‘’ Bakkala ekmek almaya diye çıkan genç M.Y. Polisin bir takım eylemcileri durdurmak için havaya açtığı uyarı atışı sonucu yere düşen merminin başına isabet etmesi ile feci şekilde can verdi…’’ diyordu gazete haberinde. Devamını getiremedi.

            ‘’Evden ekmek almaya gidiyorum diye çıkmış,’’ dedi Tayfun Usta. Kelimeler zor çıkıyordu boğazından. Sarıldı ardından kıza. Eğildi kulağına. Kıstı sesini, ‘’Ama o sana geliyordu.’’