NIETZSCHE AĞLADIĞINDA BEN GÜLÜYORDUM








26 Aralık 2014 Cuma

MÜJGAN

     Müjgan okulun en güzel kızıydı. Yılların yıprattığı sıralar, silinse de bir türlü temizlenemeyen yazı tahtası, fayansları dökülmüş koridorlar her şey gözüme mükemmel geliyordu, çünkü Müjgan o koridorda yürüyordu, o sırada oturuyordu ve o tahtaya yazıyordu.





5 Aralık 2014 Cuma

İSRAF ETMEYİN!

Alışverişlerinizi lütfen günlük yapınız!

En kötü alışkanlığımız yemekleri bol kepçe yapmak sanırım. O gün yenilen ve artan yemek, ertesi günde sofraya konuluyor ziyan olmasın diye. Sonra ki gün ise, artık kimse yemek istemediğinden çöpü boyluyor. Halbuki, öğünlük yemek yapmayı öğrenebilsek ve tane ile ihtiyacımız kadar gündelik alışveriş yapmayı...

Örneğin; İsraf ettiğimiz her ürün, bir başkasının ihtiyacı olandan çalınıyor. Ülkemizde yapılan üretin nüfusun ihtiyacını karşılamadığı için ithalat yapmak durumunda kalıyoruz. İthalat ise doğrudan cari açığa etki ettiğinden, cari açık artıyor ve sonunda ülke olarak en basit anlamıyla fakirleşiyoruz.

Cari açık, kişi başına düşen milli gelir hesabına ''-'' (eksi) kalem olarak girdiğinden, kişi başına düşen milli geliri azaltıyor ve böylece, her israf ettiğimiz ürün için kişisel olarak biraz daha fakirleşiyoruz.

Sonra, diyelim ülkenin ıspanak ihtiyacı 1 milyon ton olsun ve 70 milyon insan 1 milyon ıspanağa talip; bu durumda ıspanağın kilosu 1 TL ise ve söz konusu ıspanağın yarısı israf edilse, bu defa 70 milyon insan 500 bin ton ıspanağa talip olacağından ıspanağın kilosu 2 TL'ye çıkacak. Alın size enflasyon!

Dahası enflasyon arttıkça, paranın alım gücü düşeceğinden TL'de diğer ulusal paralar karşısında değerini kaybedecektir.

Maaşlara yapılan zamların enflasyona yenik düştüğünü düşünürsek ve bu yüzden her geçen gün fakirleştiğimizi... Bu durumda kendi göbek bağımızı kendimiz kesebiliriz. Emin olun israf etmediğiniz her ürün, yine kendi cebinize girecektir; özellikle ülkemizin neredeyse her üründe dışa bağımlı olduğunu düşünürsek israf etmemek bizler için zaruri bir durum haline gelmiştir.

29 Kasım 2014 Cumartesi

BÖYLE GECELERDE

Böyle gecelerde üstelik sabaha da bir şey kalmamışken gidenlere daha çok üzülüyor insan. ''Gitme'' demek, ''Kal'' demekten daha kolaydı halbuki. Gitmemesi için yüzlerce bahane sıralayabilirdim: Bu saatte trafik olur, havada epey soğuk, araba bulmakta zor iş... Ama, ''Kal'' demek... ''Kal'' demek için pek bir sebep var gibi gözükmüyordu. Aynı kapıya çıkıyorlar gibi görünüyordu, fakat aynı dağın bir birlerini ömür boyu göremeyecek iki  yüzü gibiydiler.

Kelimelerle aram hiç bir zaman iyi olmadı. Adam gibi iki kelimeyi yan yana getirip, şöyle afilli bir cümle kurduğum pek görünmemiştir yani. O gece kurmam gerekiyordu, ama kuramama ihtimalim çok yüksekti. Yine belamı bulmuştum işte, çünkü sabah olduğunda giderse, söyleyemediğim sözlerin pişmanlığını uzunca bir süre yaşayacaktım. Böyle bir lanetim vardı. Başına gelecekleri çok iyi biliyor olup ta, hiç bir şey yapamamaktı benimki. Niyetim hep üzüm yemekti, ama ben her seferinde bir yolunu bulup bağcıyı dövüyordum. Kendi kollarını kesip vitrine koyan kasaptan ne farkım vardı ki?






2 Kasım 2014 Pazar

Bir Şehre Karşı Durmak

     Bilmem kaç kere gördüm adını bu şehrin tabelalarında. Bir esnaf lokantasının camında örneğin, iki sokak yukarıdaki fotoğrafçının paslı levhasında ya da reklam tabelalarında bir TV kanalının yeni başlayacak olan sabah programı için yaptığı o ruhsuz tanıtımlarında... Adının böyle şeylere alet edileceği hiç aklıma gelmezdi.

     Anlaşılan Haziran Ayı'nda dolu yağdığı için ettiğim küfrün intikamını alıyor şehir benden. Belki de, bozuk yollarından şikayetçi olduğum için... Bir de her gün trafiğine lanet okuyorum, o da var. Bütün bunlar böyle bir intikamın gerekçeleri sayılabilir mi?

     Oysa bir zamanlar sırf sen yaşıyorsun diye hayrandım bu şehre. Şimdi senin yüzünden kanlı bıçaklıyız.  

   
     (Bir dostumun hayatından esinlenerek...) 

25 Ekim 2014 Cumartesi

AŞK APTALLIKTIR

     Kısacık bir hikayeydi yazmak istediğim; başı belli, sonu belli olan...

     Lunapark'ta, fazladan yer kalmadığı için aynı çarpışan arabayı paylaşmak zorunda olan iki yabancının tanışmasıyla başlayacaktı ve aynı yatakta gözlerini yuman tek ömür olarak bitecekti. Hepsi bu kadar olmalıydı. Arada kalan senelerde çocukların ödevleri, torunlara bakılması gibi herkesin başında olan dertleri paylaşacaktık. Hayat bizim için bu kadar basit, ama mutluluk içerisinde geçecekti işte.

     Her şeyin eksiksiz olduğu bir gece de, lunapark kısmını da geride bırakmışken üstelik, her şey olabileceği kadar güzeldi. Önümüzde yalnızca su gibi geçecek ve içi güzel anılarla doldurulacak bir ömür vardı. İşin zor kısmını atlatmış olmamıza rağmen, o gece adını koyamadığım bir sebepten tartışmaya başlayana kadar her şeyin yolunda gittiğine neredeyse emindim. Sonra, onun ayrılmak istemesiyle, benim evlilik teklifi için hazırladığım sürprizi hayat geçirmem aynı zamana denk gelmişti sanırım; restorantın 2. kattaki camından atlamadan önce son hatırladığım şey buydu.

     Bunu neden yaptığımı bilmiyorum, ama pişman olmuştum. Çünkü gözlerimi açtığımda hayatımın kalan kısmını birlikte geçirmek isteyeceğim kadına bakıyordum. Tam karşımda duruyordu, ama artık orada durmasının bir önemi kalmamıştı. Vicdan azabı duyduğu için bunu yaptığına emindim. Gözlerimi geri kapadım. Gidene kadar onunla konuşmak istemiyorum. Kendimi aptal gibi hissediyordum. Çıkış kapısından çıkıp, öylece gitmek varken, neden camdan atladığım hakkında en ufak bir fikre sahip değildim? Sorarsa, verecek mantıklı bir cevabım bile yoktu. Bence benim gibi birini terk etmek onun en doğal hakkıydı.

     Ben bunları düşünürken içeri doktor girdi. Baygın olduğumdan istifade, iki saat öncesine kadar hayatımda olmak istemeyen kadına, bir daha asla yürüyemeyeceğimi açık yüreklilikle ve bir çırpıda söyledikten sonra girdiği gibi çıktı odadan. Kadın ağlamaya başladı. Kendini bu durumdan sorumlu tuttuğu için olabileceğini düşündüm; tıpkı burada olma sebebi gibiydi. Oh, iyi oldu sana müstahak diye geçirdim içimden. Sen misin beni terk eden? Doktora da helal ama, nasılda bir çırpıda söyledi; öyle tokat atar gibi... Bir süre adeta arkama yaslanıp, kadının hıçkıra hıçkıra ağlayışını keyifle dinlendikten sonra, aniden içimde ''Ah'' diye bir nida kopuverdi; ne kadar da aptaldım, dakikalar önce bir daha asla yürüyemeyeceğimi öğrenmiştim ama ben hala kadının benim yüzümden acı çekmesinden dolayı zevk duyuyordum. Galiba onu hala seviyordum.

     İşte başı belli olan hikayemin, artık sonunun nereye gideceği hakkında en ufak bir fikrim yoktu. Oysa ki, benim tek istediğim, sıradan sorunları olan, sıradan bir evlilik yapmaktı; sonrasında da sıradan bir hayat... Başı belli, sonu belli bir hikaye yazmaktı anlayacağınız.
   

EKONOMİ MASALI

     Nihat üniversiteyi henüz kazanmıştı. Bütün aile Nihat'ın üniversiteyi kazanmasının şerefine bir akşam yemeği tertiplemişti. Yemekte tüm aile fertleri bulunuyordu. Nihat'ın sevincini en çok paylaşmak istediği kişi ise Babaanne'siydi. Nihat'ın babaannesi İstanbul Üniversitesi'nde öğretim görevlisiydi. Onun eğitim verdiği üniversiteyi kazanmak Nihat'ın çocukluk hayaliydi. Sonunda hayaline ulaşmıştı. Tebrikleri kabul ederken en çok babaannesinin övgülerini duymak hoşuna gidecekti. Çünkü, Nihat henüz bir çocukken, İstanbul Üniversitesi'nde iktisat okuması fikrini ona babaannesi aşılamıştı. Böylece çocukluğundan başladıkları eğitime, üniversitede de devam edebileceklerdi.

     Nihat, yemek masasına geçmeden önce tebrikleri alıyordu. En çok kendisine yöneltilen soru, okulu bitirince ne olmak istediği sorusuydu. Nihat'ın en büyük hayali Ekonomi Bakanı olmaktı. Çünkü diğerlerinin aksine, o bu bölümü seçerken, ileride iyi para kazanacağı ve rahat bir hayat süreceğinin hayalini hiç kurmamıştı. Onun tüm hayali, ülkesine faydalı olabileceği ve gerekirse gecesini gündüzünü bu uğurda seve seve harcayabileceği bir iş sahibi olmaktı. Ona bu hedefi koymasında telkinde bulunan elbette babaannesiydi. Çocukluğundan beri neredeyse tüm eğitimini o üstlenmişti. Hedeflerini daima yüksek tutmuştu Nihat bu yüzden.

    Nihat hayaline bir adım daha yaklaşmış olmanın verdiği haklı gururla tebrikleri kabul ediyordu. Gözü hep kapıdaydı. Babaannesi henüz gelmemişti. O gelmeden yemek sofrasına geçemezlerdi. Yüzyıllık bir adet gibiydi bu durum ve yüz yıldır babaanne hep geç gelirdi.

    O günde geç gelmişti yemeğe. Herkesi selamladıktan sonra yemek masasına geçtiler. Ev halkını bundan daha fazla bekletmenin, saygısızlık olacağının farkındaydı. Sofranın en bilge ve yaşlısı olarak, hatta Nihat üzerinde en çok emek sahibi olanlardan biri olarak, onun bu başarısı hakkındaki konuşmayı yapmak ta babaanneye düşüyordu. Herkes babaanneye odaklanmıştı. Babaanne, özenle herkesle yaklaşık iki saniyelik bir göz teması kurduktan sonra, en son bakışlarını Nihat'ın üzerinde odakladı. Nihat gururla babaannesinin yüzüne bakarken, babaanne, '' Söyle bakalım çocuk, en büyük hayalini? Görelim ne kadar yaklaşmışsın herkes duysun.'' dedi. Bunun üzerine Nihat yarım nefes kadar soluk alıp, göğüsünü mütevazi sınırlar içerisinde kalacak şekilde şişirdi ve yanıtladı, '' Kısmetse, Ekonomi Bakanı olacağım, babaanne. Önümdeki tek engel okulu bitirmek şu an. Sonrası üstünden gelebileceğime inandığım kadarıyla politika.'' Babaanne bunun üzerine hafifçe gülümsedi. Nihat'ın bu kadar kendine güveni olması onu mutlu ediyordu. Bir taraftan ise endişeliydi. Bu kadar güvenle yarın yanlış işlere bulaşırsa, bu ülkeyi felakete bile sürükleyebilirdi. Daha önceden hazırladığı konuşmayı rafa kaldırmaya karar verdi. Bu gence ve masadakilere ufak bir ders vermeliydi. Bunun üzerine konuşmasına devam etti. '' Bugün övgü dolu bir konuşma yapacaktım fakat, görüyorum ki torunum, politikayı kazananı ve kaybedeni olan bir yarış gibi düşünmeye başlamış.'' Nihat böyle bir tepki beklemediğinden, hala gülümsüyordu. '' Ülkeye hizmet şerefli bir görevdir. Üstün erdemler gerektirir. Bunu siyaset meydanında yitirmemek ise büyük bir mücadele ister. Diğerleriyle sidik yarışına kendini kaptırıp, asıl kendi nefsi ile olan savaşı kaybetti mi kişi, bu ülkeyi felakete sürükler. Benim torunum böyle bir çocuk olmayacak elbet. Kaderini başkaları ile ağız dalaşına girerek, kürsüde popüler siyaset yapıp, magazinel değerdeki oyları edinmeyi kendisine hedef koymayacak.Yalnızca inandığı değerler için mücadele edecek.'' Babaanne konuşmaya biraz ortadan girdiği için masadakilerin bir şey anlamaz tavırlarını fark etti. Nihat ise artık gülmüyordu. Babaanne duraksayıp şöyle bir masadakileri süzdükten sonra devam etti, ''Her neyse. İzniniz olursa yemekten önce bir masal anlatmak isterim size?'' kimseden ses çıkmayınca devam etti babaanne.

     ''Bir varmış bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, develer tellal iken, pireler berber iken, orta doğunun gözlerden uzak bir diyarında bir şehzade yaşarmış. Bu şehzade kardeşlerine hiç ama hiç benzemezmiş. Eğitimlerinden arta kalan tüm zamanını tebdil-i kıyafet halkının arasında geçirirmiş. Ülkenin tüm üretim gücü, tarımsal faaliyetlere dayanıyormuş. Buğday tarlalarının sonsuz sarılığının içerisinde kaybolmak, güneşe yolculuk etmek gibiymiş genç şehzade için. Genç şehzade eğitimlerinin yanında hobi olarak, siyasetle ve ülkenin ekonomisi, toplanan vergilerin oranları gibi konulara fazlaca kafa yoruyormuş. Diğer kardeşleri ise hobi olarak, yüzük ve kolye aksesuarları yapmak için kıymetli taşları işlerlermiş, gazeller, şiirler yazarlarmış. Harika tablolar resmederlermiş. Genç şehzadenin bu durumu padişahın dikkatini çekmiş. Bir gün şehzadeyi huzura çağırttırmış. Ülke ekonomisi ile çok yakından ilgili oluşu padişahı bir taraftan sevindirirken, diğer taraftan ülkenin huzurunun ekonomi bilgisi ile değil, üstün savaş bilgisi ile sağlanacağı inancındaymış. Fakat, öte yandan hem ekonomi bilen hem de savaş sanatında ustalaşmış bir şehzade, ülkenin çok uzun süre dirliğini koruyabilir kanaatindeymiş Padişah. Bu yüzden de genç şehzade ile bir anlaşma yapmış. Ona on yıl süre tanımış bu süre içerisinde savaş sanatında da kendini ustalaştırır ise, tahtı en geç şehzade olmasına karşın ona bırakacakmış.Yıllar geçmiş. Şehzade söz verdiği gibi on yıl boyunca kendisini savaş sanatı konusunda da eğitmiş ve on yıl süre sonunda büyük bir savaşa önderlik ederek ve çok az kayıpla devasa bir orduyu gazaba uğratarak artık pekte genç olmayan şehzade kendisini babasına kanıtlamış. Büyük bir törenle taç giyerek bu buğday tarlalarıyla kaplı, güneş ülkesinin benzer ülkenin hükümdarı olmuş. Henüz tahta geçeli iki ay olmuşken, ülkenin tüm tüccarlarını çıkarttığı bir ferman ile içeri attırmış.''

     Bu cümlenin ardından Nihat şaşkınlığını gizleyemeyerek '' İçeri mi attırmış? Tarım ile yönetilen bir ülkede, tüccarları içeri attırmak? Kendi elleriyle ülkesini o tarlalara gömmek niyetinde her halde Padişah'' derken hafifçe gülümsemeyi de ihmal etmedi. Babaanne gülümsemesine gülümseme ile karşılık vererek devam etti konuşmasına. '' Masal evladım bu, masal. Sonunda ne olacak Allah bilir?'' bunun ardından masadaki davetlilerden biri '' Eeee sonra ne olmuş?'' diyerek sonrasında ne olacağını merak içerisinde beklemeye koyuldu.

     Babaanne devam etti, ''Nihat gibi, eski Padişah'da bu durumun ülkeyi bir felakete sürükleyeceğini düşünmüş. 'Ben nasıl bir hata yaptım' diyerek hemen tahta koşmuş. Evladının huzuruna çıkışmış, 'Sen ne yapmaya çalışıyorsun. Tüccarlar olmazsa ekinleri kim satacak? Senin derdin bunca zaman kanla aldığımız bu toprakları, kendi ellerinle düşmanlarımıza ikram mı etmek? Çabuk bu çılgınlığa bir son ver!' Şehzade babasının sözlerini büyük bir saygı içerisinde dinledikten sonra, bunun mümkün olmadığını ve kendisinin adaleti sağlamak için bu tahta çıktığını ve adaleti de sağlamanın yegane yolunun bu olduğunu savunmuş babasına. Babası bunun üzerine ısrarlarını sürdürünce tahtın yeni sahibi olan şehzade, babasının ısrarları karşısında zaten daha önceden planladığı gibi bir mahkeme kurup, onların adil bir şekilde yargılanmaları için elinden geleni yapacağını söylemiş. Bir hafta içerisinde sarayın avlusunda büyük bir mahkeme kurulmuş. Şehrin bütün tüccarları oradaymış; tabi şehrin en akıllı adamları da onlara avukatlık etmek için oradaymış. Suçlarının bile ne olduğunu bilmeden çıkmışlar meydana. Mahkemeyi şehrin kadısı yönetecekmiş. Mahkeme başladığında 'Suçunuz...' deyip susmuş kadı. Padişahına dönüp bakmış, Padişah 'Hırsızlık' demiş. Tüm tüccar yakını zenginlerden bir çığlık kopmuş. Bunun çok büyük bir suçlama olduğunu düşünmüşler. Çünkü meydana çıkan çoğu tüccarın namusları ile çalıştığını, çiftçiler bile bilirmiş. Halk büyük bir sukunet içerisinde devamında ne olacağını merakla beklemeye koyulmuşlar. Padişah, babası dahil herkesin büyük bir merak içerisinde olduklarını bildiğinden, kısa sürede mahkemeyi nihayete erdirmek niyetindeymiş. Rast gele çiftçilikle uğraşan bir köylüyü işaret ederek meydana çıkarmış, Tüccarlardan da bir gönüllüyü, tamamı adına yargılanmayı üstlenmek üzere seçmelerini istemiş. Sonuçta hepsinin suçu ortakmış. En namuslu olarak bilinen, yıllarca herkesin hakkını tam olarak veren, vergisini kuruşu kuruşuna ödeyen tüccarı çıkarmışlar meydana. Bunun üzerine padişah oturduğu yerden kalkarak çiftçiyi işaret etmiş. 'Sen, paranı nasıl kazanıyorsun anlat bakalım' diye sormuş çiftçiye. çiftçi, 'Tarlalarda toprağı işleyerek Padişah'ım' diye cevap vermiş. Padişah bu cevaba öfkelenmiş. 'Anlat. Bu kadar mı? Bütün bir yıl yaptığın bu kadar mı? Tüm detaylarıyla anlatmanı istiyorum' diye tekrar sormuş Padişah. Çiftçi biraz da sıkılarak anlatmaya başlamış: toprağı nasıl sürdüğünü, ekini ne zaman ektiğini zaten su kaynakları kısıtlı olan ülkesinde, sudan tasarruf etmek için geceleri kalkıp tarlayı nasıl suladığını, suyu nasıl taşıdığını, tarlayı ekmesinde yardımcı olan öküzleri nasıl beslediğini, tarlayı ayrık otlardan nasıl temizlediğini, ekini onları yemek isteyen hayvanlardan nasıl koruduğunu, ekini nasıl biçtiğini, onları biçtikten sonra çevre şartlarından nasıl koruduğunu bir bir anlatmış çiftçi. Tam yarım gün boyunca aralıksız tüm detayları ile anlatmış. Bir buğday tanesinin ne emeklerle meydana geldiğini anlatmış. Padişah bunun üzerine çiftçiyi alkışlamış ve 'Ülkeyi yönetmek senin bu yaptığından kolay' diye bir de şaka yapmış. Sonra kaşlarını çatarak tüccara dönmüş. 'Sen nasıl para kazanıyorsun peki uzun uzun anlat bakalım?' diye sormuş. Tüccar susmuş. Utancından yerin dibine girmek istemiş. Padişah öfkeyle adeta tüccara kükremiş. 'Anlatsana bre adam' diye tekrar sormuş. Bunun üzerine tüccar pek de yükseltmeden sesini cevaplamış 'Ekini ondan alıp bir başka tüccara satıyorum padişahım' Padişah bu kez de, 'O tüccarda burada şu an değil mi? O da alıp bir başkasına satıyor. Peki bir soru daha; hanginiz daha çok kazanıyorsunuz? Bu çiftçi mi? Sen mi?' Tüccar yine cevap vermemiş. Fakat tüm kalabalık cevabı zaten biliyormuş. Padişah sonra bu sorunun yanıtını beklemeden babasına bir bakış atıp devam etmiş 'Bugün burada emek hırsızlığı yapmaktan yargılanıyorsunuz.' diye sözünü bitirmiş. Babası da kendi hükümdarlığı zamanında bu düzene nasıl engel olamadığı için utancından bir şey diyememiş.''

     Araya tekrardan girdi, Nihat ''Babaanne normal hayatta böyle bir şeyin olması mümkün mü?'' Babaanne ''Masal evladım bu işte'' diye yanıtlamakla yetindi. Nihat, '' Eeee? Sonunda ne olmuş?'' diye tekrar sordu. Babaanne bunun üzerine hikayeyi bitirmek için devam etti, '' Sonunda padişah tüccarların suçunu anlamış olduğunu fark etmiş ve zaten daha önceden kafasında belirlediği çözümü söylemiş. Niyeti başından beri onlara bir ders vermekmiş Padişah'ın. Ya ömür boyu hırsızlıktan içeride tutulacaklardı ya da bundan böyle hiç bir tüccar bir çiftçiden daha fazla kazanamayacağı şekilde yasalar yeniden düzenlenecekti. Tabi tüm tüccarlar vicdanları da rahat bir şekilde ikinci seçeneği seçmişler ve tüm halkta refah seviyesi olarak bir birlerine yakın bir şekilde yaşamışlar.''

    Babaanne hikayeyi bitirince masadakileri tekrar süzerek, en sonunda Nihat'a döndü. '' Evet çocuk, dilerim hayalin gerçek olur ve dilerim siyaset yapmak ile ülkeye fayda sağlamak arasındaki kıldan ince, kılıçtan keskin farkı hiç bir zaman unutmazsın.'' Nihat bunun üzerine babaannesinin ona anlatmaya çalıştığı öğüdü harfi harfine anlamanın verdiği rahatlıkla gülümseyerek '' Babaanne okulda yeterince dersine gireceğim, bu ekstra dersler de hoşuma gitmiyor değil ama, benim gibi açlıktan ölmek üzere olan bir şehzadenin, bakan olması için daha kırk fırın ekmek yemesi gerekiyor.'' dedi. Babaannesi de Nihat'ın, kendisinin anlatmak istediğini anlamış olduğundan emin bir şekilde bu espirisine karşılık, kendi tarzında bir espiri ile cevap vermiş, ''Dilerim, Fırıncının buğdayı direk olarak çiftçiden aldığı kırk fırının sahibine denk gelirsin''

Yazılmaya gerekli görülen not:  Evet sonunda Nihat, ülkeye bakan oluyor fakat, ne yazık ki böyle bir düzen tutturmaya gücü yetmiyor. Sonuçta babaannesinin söylediği gibi, Masaldı işte bu. Masal.

 

   


3 Ekim 2014 Cuma

GİTTİĞİNE DEĞDİ Mİ KADIN?

     Belamı buldum dedim seni görünce. Tam o anda dedim bunu. Ne daha önce planlamıştım; ne de sonrasında karar verdim. Çünkü daha ilk gördüğüm an bir gün gideceğini anlamıştım. Köşesinde beklediğim duvarın sıvaları döküldü, sonra bir satıcı gelip köşeyi elimden aldı. Ona göre duvarın dibini boşa işgal ediyormuşum. Bir veda mektubu kazıdım duvara, sonra tutum bir de özür diledim; çok çekmişti ne de olsa benden. Gittiğinden beri iz kaldı kalbimde. Yara izi gibi ama kanamıyor. Gittiğine değdi mi kadın?

27 Eylül 2014 Cumartesi

KADINLAR DA ÖLÜR

     Öğleden sonraydı. Havuzun başında uzanmış, stresli yaşantımdan kaçış yollarını arıyordum. Ara ara esip vücudumu yalayan rüzgarın sesine kulak vermiş huzur içinde yatıyordum. Haliyle bir süre sonra gözlerimin kapanmasına da engel olmadım.

     Gözlerimin karanlığında aniden bir kadın belirdi. Beline kadar toprağa gömülmüştü. Eli kolu bağlıydı; ağlıyordu. Çevresi bir meydan yeriydi ve çevresi alabildiğine insan doluydu. Hep bir ağızdan bağırıyorlardı ve ne dedikleri hiç anlaşılmıyordu. Bir tanesinin attığı taş, şakağında patladı kadının. Arkaya doğru savrulur gibi yaslandı. Bir an beli kırıldı sandım. Şükür ki bir şeyi yoktu. Taş başını sıyırmış olmalıydı. Fakat sonra bir başka taş alnının tam ortasına çarptı. Sicim gibi bir kan süzüldü açılan yarıktan; gözyaşlarıyla birleşti. Meydandaki diğer kadınlar da ağlıyordu. Bir tanesi ''Allah sizi affetmeyecek!'' diye bağırıyordu. Adamlar ise öfke içinde taşlara sarılıyordu. Çocuklarda vardı. Bir çocuğun attığı taş, kadının ensesine çarptı. Bütün yüzü, saçları, vücudu hatta, dibinde biriken taşlar... Her yeri kan içerisindeydi.

     Bir süre sonra kadının artık hiç sesi çıkmaz olmuştu. Bir biri ardına atılan taşlar sanki boş bir un çuvalını dövüyordu. Kadının vücudu hiç bir taşa tepki vermiyordu. Buna rağmen belki yarım saat, belki de bir saat boyunca taşlamalar devam etti; ta ki kalabalığın öfkesi dinene dek. Sonra kalabalığın arasından çıkan sarıklı bir ihtiyar, kadına belli bir mesafe yaklaşarak ve dokunmamaya özen göstererek şöyle göz ucuyla kontrol etti. Kalabalıktan çıt çıkmıyordu. Bir süre sonra sarıklı ihtiyar kendinden emin bir şekilde, ağır ağır kalabalığa dönerek ''Ölmüş!'' diye bağırdı. Bütün kalabalık hep bir ağızdan yine ne dedikleri anlaşılmayan naralar atarak oradan uzaklaştılar. Geride kalan bir kaç kadın, yerde cansız yatan ve henüz açmış bir gülü andıran kadının allar içerisindeki bedeni siyah bir kumaş parçası ile kapladılar.

     Sıçrayarak kalktığımda, her yerim terler içerisinde idi; hala şezlongdaydım ve güneş yaklaşık on beş derecelik bir sapma ile hala tepemde duruyordu. Yanımda duran suyun ısınmış olmasına aldırmadan bir yudum aldım ve kalanını başımdan aşağı boşalttım. Havuz kalabalıklaşmıştı. Kendi kendime ''Neydi şimdi bu?'' diye yüksek sesle sordum. Karşımda sırtı dönük bir kadın, havuzdan yeni çıkmış kız çocuğunu kurulamakla meşguldü. Kadına bilinçli bir şekilde bakmamıştım. Gözlerim dalmıştı ve daldığı yerde o kadın vardı. Kızını kuruladıktan sonra arkasını döndü. Az önce rüyamda gördüğüm taşlanarak öldürülen kadındı bu. Şaşkınlığım iki katına arttı birden. Az önce kafamdan aşağı döktüğüm şişeyi tekrar kafamdan aşağı doğru çevirdim ama içi tamamen boşalmıştı. Kendimi toparlamaya çalıştım. Muhtemelen uykuya dalmadan hemen önce görmüş, ama gördüğümü fark etmemiştim bu kadını. Ya da başka bir yerde karşılaşmıştık ve bilinç altım bugün bu havuzda denk gelene kadar saklamıştı görüntüsünü ve tesadüf o ki; şimdi bu rüyada kullanmak gelmişti aklına; tam da kadının bu havuza gelmeye karar verdiği gün. O bilincimin altında daha neler vardı Allah bilir.

     Kadınla bir an göz göze geldikten sonra, bakışlarını kızına çevirip gülümsedi. Kadın öyle güzel gülümsüyordu ki, gülümsemesinde, yeni açmış bir çiçeğin hayata tutunuşu vardı sanki. Benim rüyamda ise, o güzel gülümsemesi terk etmişti halbuki kadını. Gülümseyen kadın şezlonga uzandı ve çantasından çıkardığı kitabı okumaya başladığında ise tekrar hayret içerisinde kadının elindeki kitaba bakakaldım. Bu da tesadüf müydü? Öyle ise bile, bu kadarı benim için bile fazlaydı. Bir parça huzur bulmaya geldiğim şu havuz başında, sürekli şamar yiyen bir çocuktan farkım kalmamıştı. Kendime gelebilmek için sonunda 0,5 milimlik bir pet şişedeki sudan medet ummayı bırakmış kendimi havuzun serin sularına bırakmıştım. Kadının okuduğu kitabın kapağında şöyle yazıyordu: İran'da rejim ve kadının yeri.

     Yine de havuzun içerisindeyken bu yaşadıklarımı unutmaya çalışsam da, şu soruyu sormadan kendimi alamadım; Taşlanarak öldürülen kadının suçu neydi; yoksa yalnızca kadın olmak mıydı?


25 Eylül 2014 Perşembe

GİRİŞ CÜMLESİ

     Bu hikayenin en zor kısmıydı giriş cümlesi; ''Seni seviyorum'' diye başlamak istedim, fakat zaten başıyla sonuyla tüm hikaye bunu anlatıyordu. Hem o kadar da kolay olmamalıydı. ''Seni seviyorum'' u açalım diye bir ses çalındı kulağıma, ruhumun daha önce hiç keşfetmediğim bir yerinden. Bir süre düşündüm, taşındım. Bir giriş cümlesi olabilecek ve sevginin en emek isteyen aşamalarını düşündüm.

    Örneğin, sevgi biraz özlem barındırmalıydı; oysa ki özlemek acı veriyordu. Elim gitmedi; yazamadım bir türlü.

     Sonra sevgi biraz hayal etmekti; fakat seni daha hayallerime sığdıramazken, kısacık bir giriş cümlesi mi bunu anlatacaktı. Üstüne, ''Bu ne cüret!'' diye kükredi ruhumun henüz keşfettiğim o yeri.

     O halde biraz daha düşüneyim dedim. Derken duvardaki saate takıldı gözüm. Zaman! Doğru ya, sevgi zaman alan bir işti. Zamansızda sevilirdi; tam zamanında da. ''Zamanında çok sevmiştik...'' diye başlardı ellilerinden sonra anlatılan hikayeler. Mesela; En güzel Eylül'de sevilirdi. Gövdesinden ayrılan her yaprağa inat en güzel Eylül'de sevilirdi. Duvardaki saatin içine hapsolmuş zamanın hatırına bekledim bir süre. Ruhumun malum yerlerinden bir ses çıkmayınca başladım yazmaya.

     ''Zamanla seversin diye...'' Olmadı. Çiz. Ne o öyle yalvarır gibi. Bir daha dene!

     ''Evvel zaman içinde kalbur saman...'' Olmadı. Çiz. Masal olursa illa o kötü kalpli cadı çıkagelirdi. Oysa ki, bu sevgide kötülüğe yer yoktu. Bir daha dene!

    ''Zamanında kalkan o gemi...'' Çiz. Olmadı. Gemiye binerse geri gelmez. Şarkısı bile var: ''Turuncu gemi dönmeyecek geri, gözündeki yaşlar niye...'' Ahmet Kaya söylüyor.  Tamam bir daha deneme; yeter bu kadar!

    Boşa zaman harcıyordum anlaşılan. Böyle de bir yere varamayacaktım. Dediğim gibi; bu hikayenin en zor kısmıydı giriş cümlesi. Tıpkı çok sevdiğin birine ''Seni seviyorum'' demek gibi zordu; her şey ortadaydı, sadece iki kelimeydi, söylemesi basit gibi duruyordu, fakat söylemesi imkansızdı. Bu giriş cümlesini yazmakta imkansız gibi gözüküyor.

     Zaten bu da tam anlamıyla bir hikayeye benzemedi.





     

18 Eylül 2014 Perşembe

BU KIZLAR ŞÜPHESİZ KELEBEKLER

     Yasak aşkımın meyvesi bir veda mektubu mu olacaktı? Seviştikten sonra çocuk bekleyen bir çoklarının aksine bir veda mektubu almıştım. Beni çok seven bir kadının ayrılmadan önceki son hediyesiydi; şehvet dolu bir gece...

     Bir gün bir başkası, içi dolu bir kül tabağı bıraktı, ötekisi boş bir şarap şişesi. Bir tanesi de hiç unutmam içi boş bir cüzdan bırakmıştı. Benim cüzdanım! Yani ben kadını çekip gitmesinden, arkasında bıraktıklarından tanırdım.

     Buraya neden geldiğim hakkında en ufak bir fikrim bile yok. Aklımdan geçen kadınlar var; bir sürü. Sonunda tamamı çekip giden kadınlar! Aklımdan da çekip gitseler ya; illaki bir iz bırakacaklar.

     Burcu'da güzel bir geceden kalanların ardından çekip gitmeyi seçenlerdendi. Burcu gitmez demiştim ama sabah uyandığımda koca evde yalnızlığımdan başka kimse yoktu. Sabah evin dağınıklığına bir göz attıktan sonra gece içime yer eden şeylerin kalıcı olmasına izin vermemek adına soluğu tuvalette aldım. İçimde ne varsa kustum; akşam yediğim abur caburları, içtiğim votkaları. Bir ara pilav yemişim sanırım hiç hatırlamıyorum.

     Güzel bir geceyi kusup içinizden atamazsınız. Bu yüzden kustuğum onca şeye rağmen, yüzüm hala gülümsüyor. Ah! Bir de şu yalnız uyanmak olmasa. Bir koşu yatağa baktım. İşte kustuktan sonra okurum dediğim mektup hala komodinin üzerinde duruyor.

     Mektubu elime aldım. Bir iki kere elimde dolaştırdıktan sonra nihayet açtım. Mektup dediğime bakmayın; bu yalnızca kısacık bir not. Kalamayacağı ve bunun için özür dilediğini söylüyor. Ah, bir de dün gecenin ne kadar güzel olduğunu falan filan. Sabahın güzelliğine güvenememiş demek ki! Altta ''Görüşürüz'' demiyor. Dikkatlice bakıyorum ama demiyor. Belki gerçek adı da bu değildir. Şüpheler içimi kemiriyor ama yapacak bir şey yok çarşafların yıkanıp, evin temizletilmesi gerekli.

Anlaşılan yine bir kelebek geçmişti dün gece yatağımdan; bir gecelik ömrü dolduktan sonra çekip giden bir kelebek. Belki de öyle değildir! Belki de bir tırtıl olarak girdiği yatağımdan, bir kelebek olarak çıkmıştır sabah. Bir gün sabah bir tanesini gitmeden yakalaya bilirsem bunu sormalıyım. ''Sen bir tırtıl mısın yoksa kelebek mi?'' Muhtemelen ''Fark eder mi?'' diyeceklerdir; Sonuçta bir tırtıl ya da kelebek, sabah olduğunda ikisi de çekip gidiyor.

     Benim tek geceliklerim! Benim arkasında ay ile gezen tek geceliklerim! Güneşli bir İstanbul sabahında yüzlerine dokunamadığım tek geceliklerim! Sessiz gidişlerinize hiç biriniz bir veda mektubu eklemeyi becerememiştiniz.

     Burcu'nun notunu bir ara buz dolabının üzerine asmayı düşündüm ama daha iyi bir yer hak ediyordu şüphesiz. O yüzden yakıp, aklıma hapsetmeyi daha uygun buldum.



16 Eylül 2014 Salı

ALAZ


     Sahipsiz bir atkı buldum geçen gece; yazın ortasıydı üstelik! Kim bir insanı yazın ortasında üşümeye terk eder diye düsündüm. Yalnızlık bazen üşütür; biliyordum. O halde yalnızlığı bu suçu işlemeye azmettiren bir de suçlu vardı ortada. 

     Yalnızlık, yazın ortasında anadan doğma bir kış yaşatır ki, rüzgar bile arabesk tondan başlar çalmaya. Dost olarak bir duble rakıya sarılırsın, fakat fırtınalı havada denize açılmıssındır haberin yoktur. Sen bu gece rakıiçmedin değil mi? Bu şişenin burada olması tamamen tesadüf!

     Seni hiç tanımıyorum. Bu yüzden adını Alaz koydum, bu sarı sıcak yaz gecesi gibi.
Sıcak bir yaz gecesi bir banka bıraktiğın atkı yeniden kalabaliğa karısacak bir umuda tutunduğuna inanmam için yalvarıyor. Aksi halde deniz bu kadar durgun ve yıldızlar üzerine yağarken, ne diye atkını buraya ve bardağını yarım bırakıp gitmiş olabilirsin ki? Deniz bu... Denize güven olmaz ki!

12 Eylül 2014 Cuma

BENİM GÜZEL ANILARIM


 Gece şimdi çok uzun; hâlbuki yarım saat önce uyumuş olsaydım bunu düşünmeyecektim.

          İlk defa uyumak için kitap okuyorum. Kitapta bir hikâye var. Hikâyede de bir çocuk. Hikâyedeki çocuk bana kendi çocukluğumu hatırlatıyor. Hiç düşünmeden dalıyorum anıların arasına. Hafifçe dokunduğum bir hayat geliyor aklıma: Komşu kızı Şeyma.

Doktoru olmamı kabul ediyor. Evin salonunu muayeneye çeviriyorum. Hemen tedaviye başlıyor ve teşhisi koyuyorum: Kızamık. İğne şart. İğneyi yapıyorum; çok acıtıyor. Şeyma tedaviye cevap veriyor. Kızamık geçiyor. Ne olur ne olmaz diye suçiçeğine karşı bir iğne daha yapıyorum. Yanağımdan öpüyor komşu kızı. Yanaklarım kızarıyor. ‘’Sende kızamık olmuşsun’’ diyor. Mideme anında bir kramp giriyor; kalp atışlarımın ritmi değişiyor. Anılar sadece anı, fakat kramplar ve ritim bozuklukları son derece gerçek.  ‘Sanmam, sadece büyümeden önce son kez çocuk oluyorum’ diye cevap veriyorum. Hayır, hayır böyle bir şey söylemiş olamam. Bu yüzden son cümlemde anılarımın rüyalarımla iç içe geçtiğini anlıyorum. Sanırım uykuya dalmak üzereyim. İyi geceler benim güzel anılarım.

27 Ağustos 2014 Çarşamba

YILDIZSIZ GECE

     Yazın ortasıydı ve bilmem kaçıncı ayının, bilmem kaçıncı gününün, bilmem kaçıncı gecesiydi. Gökyüzü lekesizdi. Doğuştan kör olan bir dilenciye yıldızların nereye gittiklerini sordum. Halbuki bir yıldızın neye benzediği hakkında en ufak bile bir fikri yoktu. Küfreder gibi, inatla sordum. Cevap vermedi. Bu kez de uğruna dilendiği ekmeğin rengini sordum. Dualar ettiği insanların yüzlerini, üzerine oturduğu taşın şeklini sordum. Sustu. Küfreder gibi, inatla sustu. Yani ben her defasında söver gibi sordukça, o da her defasında söver gibi susuyordu.

     Oysa neden isyan etmediğini öğrenmek istiyordum. Üzerine gittikçe isyan edecek sanıyordum. Etmedi.

     Cebimden çıkardığım bozuk bir liranın diğer bozukluklara çarptığında ki sese kulak verdim. Sonra dilencinin yüzüne dikkatlice baktım. Meğer baştan beri cevap öylece dilencinin sedef oymalı alın çizgileri arasında yatıyormuş: anladım ki, umut gidince isyan barındırmıyormuş hiç bir söz. Bu yüzden dilencinin söyleyecek sözü yoktu. Bu yüzden umutsuzca susuyordu. Ve bu yüzdendir ki, kör bir dilencinin ev sahipliği yaptığı yazın umutsuz ve isyansız bu akşamında yıldızlarında yeri yoktu.

24 Ağustos 2014 Pazar

İZMİR DÜŞÜNÜRKEN...

     Uyumanın zor olduğu gecelerden birinde cama kafamı yaslamış İzmir'i düşünüyordum. Hayr, hayır. Düşündüğüm İzmir değildi. İzmir'in sıcak bir akşamında kordonda at kuyruğu saçını sol omuzundan aşağı düşürmüş yürüyen sendin.

GİDEN HER SEVGİLİ ÖLÜR

     Giden her sevgili ölür. Yüreğinden çıktığı an ölür.

     Döndüğünde ise eski güzel anılardan ibarettir artık; hiç bir şey eskiden olduğu gibi yoluna girmez. Nasıl girsin ki? Gittiği gün öldürmüştün onu unuttun mu? Ah, anıları da öldürmeye gücün yetse, bir yetse... Yaparsın bilirim.

18 Ağustos 2014 Pazartesi

KAPISI SOKAĞA BAKAN SİNEMALAR NEREDE?

Artık sinemaların pek azından çıktığımızda ayağımızı sokağa attığımızı fark ettiniz mi? Sinemadan çıkıp, sokakta akıp giden insan nehrine dalmak neredeyse imkansızlaştı. Neredeyse diyorum, çünkü hala Taksim bu konuda direniyor. En büyük kalesi Emek Sineması'nı 20 Mayıs 2013 tarihinde tamamen kaybetmiş olmasına rağmen hala geleneklerine bağlı bir şekilde direniyor. Özetle, Açık hava sinemalarını filmlerde gördükçe özlüyor, kapıları sokağa bakan sinemalara gitmek istiyor, fakat tüm bunlara rağmen AVM'lerden dışarı çıkamıyoruz.

17 Ağustos 2014 Pazar

PAZAR AKŞAMI

Ağustos'un ortasiydi. Hava sıcaktı. Aksam üzeriydi ve yalnızdım. Yağmur da mevsimini şaşırmıştı üstelik. Daha kötü ne olabilir diye düşünürken aniden aklima geldi; yarın işten beklerlerdi.

15 Ağustos 2014 Cuma

ÇIPLAK AYAKLAR

     Ayakları çıplak bir kadın koşuyordu. Akıl almaz derecede hızlıydı. Gözünden süzülen yaşlar, uçuşan saçlarına tutunup, ağır ağır indikleri yoldan saç uçlarına geldikleri an tereddütsüz intihara meylediyorlardı.

     Sokak lambalarının bittiği yerde, karanlık bir zamana sıçradı kadın. Hava kurşun gibi ağırdı. Fakat, kederden olma, kadından doğma düşen her gözyaşı, karanlıkla beraber içinde bulunduğu zamanı da ikiye bölüyordu. Bölünen her şey gibi, zamanda bölündükçe çoğalıyor ve bitmek bilmeyen sonsuz dilimlere artıyordu. O gece havadan daha ağır olan tek şey saniyelerdi. Bu yüzden de kadının zamana karşı bir türlü bitmek tükenmek bilmeyen bir hesabı olmuştu. Sanki bir anda kırk yıllık düşman olmuşlardı zaman ve kadın. Kırk yaşındaki kadın için bu durum ezelden geliyormuş gibiydi.

     O an hiç tükenmeyecekmiş gibiydi. Derken, karanlığın içinden uzanan bir el, kadının ıslak saçlarının kıyısından geçerek omuzuna dokundu. Kadın aniden ayaklandı. Elin sahibi olan adamın yüzünü el yordamı ile aradı. Karanlığın içinden gelen bu yüze dokunmak, kadın için yeni bir resme başlamak gibiydi. Adamın pürüzsüz yüzünde elinin takıldığı her çizgi ve dokunduğu her ayrıntı resmi bitirmesine yardımcı oluyordu. Resmi çizmeyi bitirdiğinde adamın yüzü, kadının beynindeki televizyon ekranına düştü. Ellerini henüz çekmediği yüzünde, meydana gelen kasılma ile, adamın yüz ifadesine bir de tebessüm eklemek zorunda kaldı kadın. Samimi gelen yüz, bir o kadar da yabancı duruyordu kadına.

     ''Siz de kimsiniz?'' diye sordu kadın burnunu çeke çeke.

     ''Korkmayın! Öyle hızlı koşuyordunuz ki; merak ettim. Sonra gözyaşlarınızı takip etmeye başlayınca burada buldum. Neyiniz var?''

     ''Babam öldü.''

     ''Benimki de öldü. Bütün babalar bir gün ölür.''

     ''Öyle değil! Babam benim için öldü; başkaları için ise hala hayatta. Kalbimde öldürdüm onu.''

     ''Belli. Gerçekte de ölseydi, ancak bu kadar acı çekerdiniz sanırım. Acınız karanlıkta bile çok güçlü. Fakat, bir gün gerçekten öldüğünde aynı acıyı bir kere daha çekmeye dayanabilecek misiniz?''

     ''Öyle bir acı çekmeyeceğim. Çünkü, ben ondan önce öleceğim.''

     ''Herkes hala hayatta iken, bu kadar çok ölümden bahsetmek hiç doğru değil. Size bir teklifte bulunabilir miyim?''

     ''Nedir o teklif?''

     ''Sizi bu karanlıktan çıkarmak istiyorum ve eğer göz yaşlarınızın olduğu şu yolu takip edersek ileride bir hayli aydınlık bir bank var. Siz yanından geçerken fark etmediniz her halde. Hemen yanı başında da ufak bir seyyar çay ocağı. Birlikte çay içelim. Olup biteni konuşalım. Ne dersiniz?''

     ''Faydası olmaz. Kararım kesin.''

     ''Kararınızı değiştirmek istemiyorum. Sadece çay içelim diyorum.''

     Kadın emin olmak için adamın yüzünü bir kere daha yokladı. İfadesi samimi gelen bu adamla bir çay içebileceğine karar verdi.

     ''Olur.'' Dedi ve ekledi ''Şu bank, dediğiniz kadar aydınlık mı gerçekten?''

     ''Göz kamaştıracak kadar. Ay, yıldızlar, sokak lambası, seyyar çay ocağının ışıkları... Bir görseniz sanki hepsi o bankı aydınlatmak için bir biri ile yarışıyorlar. Gözlerinizle görünce bana hak vereceksiniz.''

     Kadının son gözyaşı çıplak ayaklarına düştü. Hafif bir tebessüm belirdi yüzünde.

     ''Haydi gidelim o halde.'' dedi

     Zaman tekrar hızlandı. Kadın içinde bulunduğu karanlıktan bir adımda çıktı. Adama döndü.

     ''Fark etmişsinizdir sanırım; sizin bahsettiğiniz bankın aydınlığının benim için hala karanlık olduğunu. Manzaranın tadını çıkaramayacağım ne yazık ki; bu yüzden umarım çay güzeldir.''

     Adam el yordamı ile kadının yüzünü yokladı. Adamının zihnindeki televizyona kadının mahçup gülümsemesinin yansıması düştü. Adam gülümsemeden edemedi. Bunun üzerine kadının elleri de adamın yüzünde dolaşmaya başladı tekrar. İkisinin elleri de bir birlerinin yüzlerinde özgürce dolaşıyordu. İstedikleri her kuytuya dokunmakta özgürdüler. Bu hakkı bir birlerinden alıyorlardı. Kadın, adamın halini anlayınca o da gülümsemeden edemedi. Kendisi gibi kör olan bu adamın az önce aydınlıkla ilgili bahsettiği şeyleri düşününce daha çok gülümsedi. Adam sessizliği bozdu.

     ''Bu arada o seyyar çay ocağının farları yanmıyor olabilir'' dedi adam.

     ''Havada biraz kapalı gibi sanki. Ay, yıldızlarını da alıp gitmiş olmasın sakın.'' Kadın bunu söylerken elleri adamın yanağında nazikçe dolaşıyordu.

     ''Millet de belediyeden bu ara biraz şikayetçiymiş. Uzun zamandır sokak lambalarının bakımları yapılmıyormuş sanırım.'' Adam da kadının yüzünde dolaşırken rahat edeceği bir yer bulmuş olacaktı ki, yanağında durdu.

     Kadın, babasını düşündü. Sonra adamın yüzüne bakıp ekledi.

     ''Neyse ki çayın güzel olduğundan eminiz.''

     ''Evet. Eminiz.''
   

   

   

   

   

14 Ağustos 2014 Perşembe

Kısa Hikaye (3)

''Sıkılmadın mı? Haydi! İstersen çıkıp arkadaşlarınla oyna biraz.'' Dedi annesi çocuğuna.

''Onlarla oynamak istemiyorum'' diye yanıtladı çocuk.

''Neden?''

''Çünkü onlar kuşları vuruyorlar.''

27 Temmuz 2014 Pazar

ADRES

     Adres aramak dünyanın en zor işiydi benim için. Arkadaşıma gidecektim ama bunu nasıl yapacağımı bilmiyordum. Evden çıkmadan önce geçtim aynanın karşısına. Söz verdim kendime 'Bulacaksın, korkma. Haydi' dedim giyin çıkıyoruz. Ve çıktık.

     Atladığım gibi arabama tüm beygirlerine 'Deh' dedim. İçimde müthiş bir azim vardı. Heyecandan üçüncü vitese takmışım araba 'Deh'' dememle -stop- etti. Olur böyle ufak kazalar dedim. Vazgeçmek yok. Araba benim salgıladığım adrenalini salgılasaydı beşinci viteste bile kalkardı haberi yoktu. Ve doğru vitese taktığımda yol almaya başladık.

     Evin olduğu semte girdiğimde artık korkularımla yüzleşme vakti de gelmişti. Sadece adresi bir çırpıda tarif edecek olan kişiyi seçmeye gelmişti. Ağır ağır ilerlerken sağ sola bakındım. Orta yaşlarda birini aradım. Sokak isimlerini bilecek kadar tecrübeli olmasını istiyordum çünkü. Esnaf da olsa tadından yenmezdi.

     Bir köfte arabasının yanında durdum. 'Pardon!' diye camdan çıkardım kafamı. ''Yarım yapıyorum abi'' dedi adam. Kıramadım ''Yap'' dedim. Yarımı hazırlarken adresi sormak için tekrar hamlemi yaptım. ''Usta'' dedim. ''Ayran veriyorum yanında abi'' dedi. ''Ver'' dedim. Köfte ile ayranı aldım. Parasını öderken, biraz da çekinerek son bir gayret ile araya başka laf girmeden bir çırpıda sordum, ''Usta bu 'Şengül Sokak' nerede?'' İşte olmuştu 'Bakalım buna ne diyeceksin' diye içimden kırkırdadım. ''Bilmiyorum abi. Bende bugün ilk defa tezgah açtım buraya'' dedi. Hayal kırıklığına uğradım. Bir şey diyemedim. Bunu hiç beklemiyordum. Seyyar olarak dolaşan bu köfteciden çok ümitliydim. Sonra ne yapacağımı düşünmek için bir süre orada bekledim. Köfteci ''Abi'' dedi tekrar. İçim yeniden umutla dolmuştu. ''Hatırladı kesin'' diye geçirdim içimden. Derken, ''Bir tane daha yapıyorum abi.'' dedi. Hevesim kursağımda kalmıştı. Çaresiz ''Yap.'' dedim. Hayır diyememek gibi çok kötü bir huyum vardı. Köfteyi alır almaz oradan uzaklaşmaktı niyetim. Parayı uzattım ve gaza bastım. Ama hain köfteci bir kere daha arkamdan bağırdı ''Abiiii!'' Aniden frene asıldım. Kafamı camdan uzattım. Köfteci ''Ayran?'' dedi. Demesiyle geri vitese taktım. Polemiğe giremezdim. Nasılsa 'Evet' diyecektim. Ayranı alır almaz para üstünü beklemeden uzaklaştım oradan.

     Köfte ekmeği yerken, bir taraftan da adresi arıyordum. Bu sefer çok dikkatli bir tercih yapacaktım. Esnaf yerine yolda yürüyen her hangi birine soracaktım. Bir süre ilerledikten sonra, tamda aradığım profile uyan orta yaşlarda bir adam yolun kenarında bekliyordu. Yanaşıp, vakit kaybetmeden camı araladım. ''Pardon bakar mısınız?'' diye sordum. Adam ''Bakmam'' diye karşılık verdi. Hiç beklemediğim bu cevaba şaşırmakla beraber ''Neden'' diye sordum. Adam, ''Adres soracaksın değil mi?'' diye karşılık verdi tekrar. ''Nereden bildiniz?'' diye bir soruda ben patlattım. ''Ne zaman dışarı çıksam hep sorarlar. Çünkü, benim alnımda adres sorun yazıyor'' diye yanıtladı. Bende direk adamın alnına baktım. ''Yo, yazmıyor!'' dedim. Adam derin bir iç geçirdi. Sonra, ''Tamam bende geliyorum. Gidelim.'' dedi. ''Anlayamadım'' dedim. ''Bunda anlamayacak bir şey yok. Sen şimdi adres soracaksın. Ben sana ayrıntılı şekilde bütün detayları vereceğim. Sen ise anlamayan gözlerle bana bakıp, 'Anladım' diyeceksin. Ama ben yemem. Anlamadığını, anlayınca bir defa daha anlatacağım. Bu seferde iyice karıştıracaksın. Sonunda dayanamayıp sana oraya kadar eşlik edeceğim. Seni mağdur edemem evlat. Bu yüzden en iyisi mi sen beni hiç yorma. Direk gidelim. Zaten bir sürü işim vardı. Hiç olmadı bu, çünkü ben adres soran birini hayatta geri çeviremem. Sonra el alem ne der?'' Bir müddet adam konuşurken fırsattan istifade alnına dikkatlice baktım. Artık emindim. Hiç bir şey yazmıyordu bu adamın yüzünde. Daha ilk baştan bana yalan söylemişti. Nasıl güvene bilecektim ki?

     Çaresiz atla dedim. Çünkü ben de 'Hayır' diyemezdim. Adam ''Off!'' diye bir nida patlattı ve ardından ''Sana bakmam dediğimde beni dinlemeliydin. Bu artık senin meselen olmaktan çıktı evlat. Çıktığımız bu yolda ne zorlukla karşılaşırsak karşılaşalım vazgeçmek yok. Bunu kafana iyice sok. Vazgeçmek gibi bir niyetin varsa şimdi arabadan inebilirsin. Sana kolay olacak demiyorum ama...'' Sesi git gide çoşkuyla artıyordu adamın. ''O adresi ne pahasına olursa olsun beraber bulacağız!'' Bu son söylediğini ise o kadar coşkulu söylemişti ki, bir an dayanamayıp ''Eveeet! Haydi yapalım şu işi!'' diye bağırdım. İçimdeki Amerikan filmlerinden fırlama FBI ajanı gün yüzüne çıkmıştı resmen.

     İlerlerken adresi söyledim. ''Şengül sokak, 21 numara.'' Bana yeni çıkan cihazlardan bahsetti. 'Navigasyon' diyorlarmış. Ballandıra ballandıra anlattı. Çok etkilendim gerçekten. Böyle bir alete sahip olsaydım kimseye bir şey sormadan istediğim yere gidebilirdim. O kadar şanslıydım ki, adam da bu işe yeni girmiş ve üzerinde bir kaç tane varmış. Hemen satın almayı teklif ettim. O da kırmadı beni ve hemen bir tane sattı. Bir kaç tane de arkadaşlara aldım. Her yerde bulunmuyormuş çünkü. Adam bir de az bir ücret karşılığında arabaya taktı cihazı. Bir kanatları eksikti adamın.

     Adresi girince hemen yolu çıkardı cihaz. Hiç zorlanmadan oraya kadar gittik. Sevinçten çılgına döndüm. Adama dönüp nezaketen ''Bu kadar zahmet ettiniz, gelip bir yemek yemek ister misiniz? Arkadaşım yemeği hazırlamıştır'' diye sordum. Hiç itiraz etmedi. Halbuki en başında 'Çok işim vardı' demişti. Kabul etmez diye düşünmüştüm bu yüzden. Neyse yapacak bir şey yoktu.

     Kapıyı çaldığımda arkadaşım bekletmeden kapıyı açtı. ''Hoşgeldin'' diye sarıldı. Ardından da ''Kolay bulabildin mi?'' diye sordu. Göz ucuyla yanımdaki adama bir bakış attım ve sinsi sinsi sırıttım. Ardından ''Evet'' diye yanıtlarken hala kıkırdıyordum. Birazdan ona aldığım navigasyonu verecektim ama şimdi süpriz kaçsın istemediğimden bir şey söylemedim. Daha sonra yanımdaki adama baktı ''Arkadaş kim?'' diye sordu. Hemen adama dönüp adını sordum. ''Mustafa'' dedi. Bende arkadaşa dönüp, ''Mustafa'' dedim. Arkadaşım şaşırdı. ''Uzun hikaye'' dedim yemekte anlatırım. Sonra içeri geçtik.

     O günden sonra adres bulmak için bir daha kimseye bir şey sormadım.

   

LEVLA

        Ekmeğini bölüştüğü sandığın tam üzerindeydi turkuaz gökyüzü. Kafasını yukarı kaldırdı ve bir süre gökyüzünün turkuaz serinliğine daldırdı ruhunu. Geri geldiğinde verdiği ekmeği kemiren yabancıya baktı.

     ''Sen buradasın diye mi gökyüzü böyle?'' diye sordu İskender.

     ''Muhtemelen.'' diye cevapladı yabancı.

     ''Senin çalışma tarzını anlamaya çalışıyorum. Bir huzur var içimde ama öte taraftan diken üzerinde oturuyor gibiyim. Çok güzel duygular uyandırıyorsun ama korkmadan da edemiyorum. Bir yanım Habil'in merhameti ile doluyor, diğer tarafım Kabil kadar pişman.''

     ''Genelde öyle şeyler hissettiklerini söylerler.'' dedi yabancı.

     Bir süre bir şey konuşmadan bir birlerine baktılar. Temiz kalan son hatıralarını çıkarmıştı satılığa. Elem acılar içerisinde tutuşturdu çocukluk hatıralarını Şeytan'ın eline. Şeytan elindeki ekmekten ufak bir parça daha ısırdıktan sonra sakin tavrını koruyarak adama doğru eğildi.

     ''Altı yıl, altı ay, ve altı gün sonra tam bugün yaptığımız anlaşmanın karşılığını almak için geleceğim. Unutmazsan sevinirim. Genelde unuturlar çünkü.''

     ''Kesinlikle unutmam. Söz veriyorum sana. Teşekkür ederim sana borcumu nasıl ödeyeceğimi bilmiyorum.''

     ''Zamanı gelince biliyor olacaksın. Ve bugün teşekkür ettiğin için pişman olacaksın. Genelde pişman olurlar çünkü.'' dedi ve tiz bir çığlık duyuldu. Çığlık çok kuvvetliydi. Adam dayanamadı ve kulaklarını kapatarak, kafasını bacaklarının arasına sıkıştırdı. Çığlık kesildiğinde, temkinli bir şekilde kafasını kaldırdı. Şeytan gitmişti. Yalnızca aya doğru uçan, geceden daha koyu bir karga vardı görüş alanında. İçini bir karartı kapladı. Daha fazla orada durmanın bir anlamı olmadığını düşündü ve kalkıp eve doğru yol aldı.

                                                                                 *  *  *

     ''Bu gece bizim. Anlıyor musun? Yalnızca bizim.'' Diye haykırdı İskender. Çığlıkları tıpkı bir kurdunki gibi, sessiz geceyi yararak dört bir yana savruluyorlardı. İskender güçlüydü, ama bu gece güçlü olmak istemiyordu. Bu gece yalnızca bağıra bağıra haykırmak ve haykıra haykıra ağlamak istiyordu. Derken bir çığlık daha fırlattı üzerinde durduğu kayalıklardan, yalnızca yıldızların aydınlattığı geceye.

     ''Bu gece bizim. Sonrakiler değil. Yalnızca bu gece. Anlıyor musun?'' dedi ve aniden sessizleşti. Çığlıkların yerini geceden daha koyu, merhametten en az başının üzerinde duran yıldızlar kadar uzak bir fısıltıya bıraktı. ''Bu gece her şey bitecek.''

     Sıtmalı geceye usulca arkasını döndü. İskender şimdi karşısında diz çökmüş bir halde olan düşmanına bakıyordu. Hayatını çalan kardeşine bakıyordu. Merhamet yoktu gözlerinde. Üç nefes aldı ve üç nefes bıraktı. Kardeşine yaklaştı. Usulca iki metreyi aşkın bedenini dizlerinin üzerinde yere bıraktı. Kardeşiyle bakışlarının buluştuğu yerde acılarını dizginlemeyi bırakıp, içine akıttığı yaşlardan bir tanesinin yanağından süzülmesine izin verdi.

     Yasin'in bakışları, abisinin nefretin sinsi bir akbaba gibi tünediği bakışlarına değince soluk alıp verişi yavaşladı ve usulca,

     ''Abi, bende çok sevdim.'' dedi.

     Bu cevap İskenderin, gözlerinden bir damla daha yaşın süzülmesinden başka bir şeye yaramamıştı. Oysa, Ondan vazgeçtiğini duymayı o kadar çok isterdi ki.

     İskender bakışlarını temkinli bir şekilde kardeşinin üzerinden çekip, arkasında duran kurumuş bir meşe ağacının cılız dallarından birine tünemiş olan kargaya baktı. Karga, kanatlarını iki yana açıp kafasını hafifçe öne eğdi; acele etmesinin gerektiğini söyler gibi. Tam da o sırada yıldızların ışığı eşliğinde üzerilerine bir gölge çöktü ve tepelerinde beliren turkuaz bir buluttan sağanak şeklinde yağan yağmur üzerinde durdukları tepenin zirvesini dövmeye başladı. İskender sağ eliyle kardeşinin ensesini usulca kavradı ve kendi alnını kardeşinin alnına dayadı. Bir süre o halde iç geçirdikten sonra,

     ''Bu nasıl bir yara küçük kardeşim?'' dedi.

     Sonra içindeki öfke tekrar gün yüzüne çıktı. İskender ani bir şekilde ayağa kalktığında, heybetli cüssesinin, gölgesi kardeşinin üzerini kapladı. hızlıca yandaki bir ağaca dayalı küreğe uzattı elini ve sıkıca kavradığı kürek ile Yasin'in mezarını kazmaya başladı. İskender yağan yağmurun altında mezarı hızlıca kazarken, kendisini bitirecek olan öfkeyi tüketmeye çalışıyordu. Öfkesini yağmurun etkisiyle yumuşamış olan toprağa kusuyordu adeta.

     O sırada Yasin, abisinin gözlerinde gördüğü yabancıyı düşünüyordu. O kişi her kimse çocukluğunda ona kol kanat geren, her düştüğünde onu, düştüğü yerden kaldıran ve yaralarını şevkatle saran abisine hiç benzemiyordu. Sonunun geldiğini anlamıştı. Kızmıyordu abisine. Nasıl kıza bilirdi ki? Sonuçta o, onun büyük abisiydi. Çocukluğunun kahramanıydı.

     Ölümle olan randevusuna az bir zaman kaldığını kabullenip, son anlarını iyi geçirmek için, sevdiği kadınla, Levla'yla olan anılarını bir bir geçirmeye başladı aklından. Yağan yağmuru, bileklerini kesen ipi, kulağına çalınan kürek seslerini, abisinin öfkesini her şeyi unutmuştu o an. Sadece Levla ve kendisi vardı. Bunun kendileri için bir son olmadığını biliyordu. Levla'nın da bu dünyadaki yaşamı son bulduğunda, tekrar vuslatı tadacaklardı. Kendi ızdıraplı sonunun kefareti olarak Allah'a Levla için güzel ve acısız bir ölüm bahşetmesi için dua etmeye başladı.

     Yasin'in yüzündeki gülümsemeyi fark eden İskender, kazma işini yavaşlattı ve daldaki kargaya bir bakış attıktan sonra konuşmaya başladı.

     ''Yıllar önce onunla bir anlaşma yaptık.''

     Yasin sadece abisi ve kendisinden başka kimsenin olmadığına emin olduğu çevresine şüphe ile baktı. Kimden bahsettiğini anlayamamıştı. Yine de abisinin lafını kesmemek için bir şey söylemedi. Yıllarca abisine karşı bir kere bile saygısızlık yapmamıştı. İskender devam etti.

     ''Levla ile kavuşmamız için benden küçücük bir iyilik yapmamı istedi. Altı yıl boyunca çok güzel anıları paylaştık. Altı yıl sonra, aniden Levla artık beni sevmediğini söyledi. Çılgına döndüm. Ne yapacağımı bilemedim. Her şeyden uzaklaşmaya karar verdim. Çok uzaklara gittim. İçimden söküp atarım sandım. Zaman koydum araya, mesafeleri tren vagonları gibi dizdim. Ama olmadı. Çok sevdim onu. Anlıyor musun? Beceremeyince dönmeye karar verdim. Sonra... sonra sizi gördüm. Öyle el ele, göz göze anlarsınya. Bilemedim ne yapacağımı. Sen benim küçük kardeşimdi çünkü. Mutlu olmayı hak ediyordun. Ama sen şu kokuşmuş dünyada başka birini bulamadın sevecek. O gün bilmeden kalbime sapladığınız bıçağın binlercesiyle birlikte tekrar ona gittim. Başka çarem kalmamıştı.'' Bunu söylerken tepelerindeki turkuaz renkteki buluta baktı. Göz yaşlarını silmesi gerekmiyordu. Yağmur o işi hallediyordu. ''Şimdi yeni bir anlaşma yaptık. Ömür boyu Levla'nın beni seveceği anlaşmanın gereği olarak senin kalan ömrün. Beni affet küçük kardeşim. Ben onu çok sevdim.''

     İskender küreği yan tarafa savurup, bir süredir kazdığı mezardan bir hamlede sıçrayarak çıktı. Belindeki silahı çekip, soğuk namluyu kardeşinin ensesine dayadı. Yasin, gözlerini yumdu. Hala Levla için dua ediyordu. İskender göz yaşları içerisinde elini tetiğe yerleştirdi. O anda meşe ağacının dalındaki karga tekrar kanatlarını iki yana açtı ve artık bu işi bitirmesi gerektiğini işaret etti. Yasin, ölümden korkmuyordu ama Levla'yı, bir daha göremeyecek olma fikri zihnine binlerce cam kırığı gibi saplanıyordu. Düşüncelerini Levla'dan uzaklaştırmak için,

     ''Abi!'' dedi. İskender, kardeşinin yumuşak ses tonuyla irkildi. ''Beni seviyor musun?'' diye sordu.

     ''Tabi ki seviyorum. Sen benim küçük kardeşimsin'' diye yanıtladı İskender.

     Kardeşi bu cevabı duyunca içi rahatlamış bir şekilde devam etti konuşmasına,

     ''Seni affediyorum öyleyse. Çünkü sen de benim büyük abimsin.'' Gözlerini daha sıkı yumdu. İçinden de,''Beni affet Levla'' dedi.

     Ve aniden korkunç bir patlama sesi geldi akabinde. Gecenin sessizliği, ateş alan silahın sesi ile inledi. Yasin'nin cansız bedeni, yağmurun dövdüğü çamura düştü. Korkuç bir çığlık kopuverdi meşe ağacının oradan. Kurumuş meşe ağacının zayıf dalına tünemiş karga havalandı. İskender, kulaklarını elleriyle kapayarak, koca cüssesini artık taşıyamayan dizlerinin üzerine çöktü. Bütün gücüyle boşluğa haykırdı. Hava silahın sesiyle uğuldarken, karganın çıkardığı tiz çığlık ile, İskender'in feryadı, geceyi adeta mahşer yerine çevirmişti. Ve her şey aniden olup, bitmişti.

     Karganın çekip gitmesiyle, turkuaz bulutta çekilmişti. Hava tekrar yazdan kalma bir gün gibi lekesizdi. İskender, kardeşinin kafasını dizlerine çekti. İstediği olmuştu ve sonunda sevdiği kadınla bir ömür beraber olmaları için hiç bir engel kalmamıştı ortada. İskender'in göz yaşları, yanaklarından süzülerek kardeşinin üzerine yağıyordu. Gözlerini, elleriyle kaparken, her şeyin bittiği yerde, zamanında ekmeğini bölüştüğü, ama sevdasını bölüşemediği kardeşinin yüzüne bakarken, o gün şeytanın söylediği sözler geldi aklına.

     ''... Ve bugün teşekkür ettiğin için pişman olacaksın'' demişti şeytan ve haklı çıkmıştı. İskender kalbi pişmanlıkla dolmuşken son kez kardeşinin kulağına eğilerek fısıldadı. ''Ben onu çok sevdim küçük kardeşim. Anlıyor musun? Çok sevdim.''
   

24 Temmuz 2014 Perşembe

ARAYIŞ

     Turgut Özal parkında oturmuştum. Bir isim düşünüyordum. Delirmek üzereydim.

     ''Bir isim bulmak ne kadar zor olabilirdi ki?'' diye sürekli tekrar ediyordum. Satın aldığım japon balığına Hurşut ismini koyduktan sonra bırakmıştım bir şeylere isim koymayı. Bu sabah yeminimi bozmuştum. Bir isim bulacaktım. Ve onu ait olduğu yere koyacaktım.

     Sonunda saniyeler dakikaları o kadar hızlı kovalar olmuştu ki, saatler bile çok hızlı akmaya başlamıştı ve akşam olduğunda elimde sadece şu isim kalmıştı: Kaan Özkaymak

     Neyse ki delirmeden meseleyi halletmiştim.

KISIR DÖNGÜ


     Giderken cümlelerin arasına istemeden koyduğu uzun boşlukları bırakmıştı arkasında; bir de sessiz bir oda kaldı. Sıkıcı olan ne varsa bıraktı arkasında. En çokta uzun boşlukları bırakırken zorlandı.

     Tam iki yıl sonra 2014 sonbaharında, tam da mevsimine uygun giyinmişken artık daha hızlı ve cümlelerin arasına koymaktan nefret ettiği o uzun boşluklardan tamamen kurtulmuş bir halde konuşuyordu ve odasında daha çok misafir ağırlıyordu.

     Değişmişti fakat, bu seferde kelimeleri sıkça ikiler olmuştu. Odasında da çok fazla gürültü vardı. Eski sıkıcı hayatını özlemişti.

     Bir gün kafası attı ve odasındakileri kovmaya karar verdi. ''Çıkın dışarı, çıkın dışarı.'' Yine aynı şeyi yapmıştı işte, kelimeleri ikilemişti. Odadakilerden kurtulduktan sonra, fazladan kullandığı sözcük israfı bu kelimelerden de kurtulacaktı. Kurtuldu da.

     Cümle aralarına koyduğu uzun boşluklara geri döndü. Konuşmaya başlarken, o bitirene kadar insanlar ondan uzaklaşıyordu. Tıpkı eskisi gibiydi her şey. Odası da boşalmıştı. Eskisi kadar kimse gelmiyordu. Sessizlik huzur veriyordu.

     Aşırı dozda huzur sıkıcı gelmeye başladığında yine, göz ucuyla boş odasına ve cümlelerin arasına yine istemeden koymaya başladığı uzun boşluklara baktı. Yine ayrılık vakti gelmişti anlaşılan.

26 Haziran 2014 Perşembe

PLATONİK MONOLOG

     Bazen hayat sonsuz bir rutine girer gibi gelir. Heyecan yoksunu kalplerimiz ritim bozukluğu yaşamadan, atar durur. Sonra o çıkar karşına. Uzaktan bütün kimyana dokunur. Bakmak uzaktan, yanında olmasından daha güzel gelir. Çünkü sen onun ulaşılamazlığının acısını çekmeyi seviyorsun. Konuşsan, karşılık verecek. Gülsen o da gülecek. Yanında uzakta olduğundan daha mı güzel gülecek? Orası cevabını almaktan korktuğumuz liman işte. Orada yüzmek işine gelmiyor. Gelmez tabi. Çünkü uzaktan daha güzel seviyorsun.

17 Mayıs 2014 Cumartesi

KÖMÜR YARASI

     Sen daha ölmedin mi? Güzel ölüm var aşağıda diyorlar. Ekmek hayat kadar pahalıymış. Karbonmonooksit bir kere karıştı mı kanına, oksijene hasret gidermişsin. Ölümün adı yok, rengi yok, kokusu yok, anlayacağın tatlı geliyor. Nasıl tatlı gelmesin anlamıyorsun ki nasıl öldüğünü? Sessiz ölüm diyorlar bu cellada. Oraya ilk girdiğin günü hatırlıyorsun şimdi. Anlaman biraz zaman aldı ama sen aslında o gün ölmüştün. İlk girdiğin gün de biliyordun, bedeninin, naaşını yatıracakları sedyeden daha kıymetsiz olacağını. Böyle düşünmesen nasıl gireceksin sanıyordun ki o deliğe? Kızmıyorum sana, çünkü insan bazen mecbur olduğu için de ölür.

    Cenazen çıkarken yüzlerce kişi karşılayacak seni. Sakallı bir mebusun gözlerine bakacaksın. Sen öldün ama geride bıraktıkların için, çocukların için yalvaracaksın. O senin gözlerine bakabilecek mi Allah bilir?

    Üzülme kara gözlü, doğuştan olmasa da sonradan kara tenli olan adam. Çocukların bir şekilde büyüyecek. Yardım yağacak Soma'ya, tıpkı nisan da gelen sağanak gibi, bardaktan boşanırcasına yardım yağacak. Çocuklarının karnı doyacak, ama yüreklerindeki boşluk ne yazık ki, yüz yıl geçse de dolmayacak. Ne bekliyordun ki, ağzına kadar şehit dolu olan memleketinin topraklarında, baba şevkati bir kol saati etmiyor ki.

     Sen celladının kader olduğuna inanmıyorsun değil mi? İnanma sakın. Senin cellatların şu sıralar plazalarında, vergi memurlarına tazminat hesaplamaları yaptırtıyorlar. Plaza, bu, camdan çok yüksek olan binalar. Bilmezsin belki, sen yerin dibine girdikçe, onlarda gökyüzünü deliyorlardı.

    Başımız sağ olsun ışığa hasret giden adam. O deliğe girdiğinde de karanlıktı, çıktığında da. Bir karanlıktan çıktın, başka bir karanlığa koydular seni. Anlayacağın her yer karanlık hem de çok uzun süredir. Biz karanlıkta yürümeye alıştık diye, ışığı yakmak aklımıza gelmiyor. Ya yakarsak, ya gerçekleri görürsek. Kaldırabilir miyiz?




   

   

   

6 Mayıs 2014 Salı

6 MAYIS 1972

     44 sene önce bugün Adalet, o gün doğan çocuklara verilen bir isimden öteye geçememiştir. O günden bu güne sorsanız, kim bilir kaç çocuğun ismi Adalet yerine, Deniz konulmuştur.Çünkü 1972 baharından bu yana insanlar Adaletin olmadığı yerde Deniz'i aramaya koyuldular. Bu yüzdendir ki Deniz bir isimden çok bir davayı anlatır ve belki de en çok bu yüzdendir ki çocuklarımıza kız ya da erkek ayırımı yapmadan bu ismi koymak isteriz.

24 Nisan 2014 Perşembe

İNGİLTERE

Gece, sen varsın diye karanlık
İstemiyor ki görsün seni herkes
Sevmiyor bu yüzden Güneş'i
Güneş'in senden haberi yok
Anlam veremiyor bu düşmanlığa

Dünya biliyor olup biteni
Onun da, derdi kendine yeter
Martılarla uğraşıyor bütün gün.

Bulut'la anlaşmış, Gece
Güneş çıkınca başlıyor yağmaya
Sicim gibi damlalar, saklıyor seni Gece'ye

Yağmur mu?
O zaten yağmaya bahane arıyor.

10 Nisan 2014 Perşembe

BİR İSTANBUL MASALI - 1980 İHTİLALİ -

     İstanbul'a sonbahar yağıyordu. Okuldan kaçmanın verdiği heyecan ile tüm öğleden sonra bir parkta oturmuş öylece esen rüzgarı dinliyordum. Farkında olmadan saatler geçmişti. Sokakta kimse kalmamıştı. Sirenler çalmaya başladığında anladım bunu. Panik içerisinde ne yapacağımı şaşırmıştım. Her yerde sirenler çalıyordu. Sokağa çıkmanın yasak olduğunu bağırıyorlardı adeta.

    Koştum var gücümle. Askerlere görünmeden eve varmaktı tek niyetim. Otobüs durağına doğru koşarken diğer taraftan da cebimdeki, sabah annemin evden çıkarken verdiği okul harçlığını yokladım. Beş lira orada duruyordu. Nasıl olmuştu da bu kadar dalgın olabilmiştim. Buna eve vardığımda kafa yoracağım; tabi varabilirsem. Durağa pek bir yol kalmamıştı. Nefesim kesilmek üzereydi. Sağ bacağım ağrımaya başladı. Ama kopsa bile eve gidecektim. Çünkü bana öyle tembihlemişler idi. Annem kim bilir ne kadar paniğe kapılmıştır diye geçirdim içimden koşarken. Eve gittiğimde temiz bir dayak beni bekliyordu. Daha hızlı koşmaya devam ettim.

     Sonra olan oldu ve düştüm. Ayağım kırılmıştı sanırım. Çok acıyordu. Ayağı kalkmayı denedim ama ilk seferinde başaramadım. Sonra tek ayağımın üzerinde kalkıp bir süre sekerek ilerlemeyi denedim. Ama olmuyordu dengem bozulup kırılan ayağımın üzerine basmam gerekiyordu her seferinde ve korkunç bir acıyla yere seriliyordum. Daha fazla devam edemeyeceğimi anlayınca bir çöp konteynırının karanlık köşesine kendimi sürüyerek taşıdım. Sabahı askerlere görünmeden beklemekten başka çarem kalmamıştı.

    Uyuya kaldığım yerde bir dürtü ile irkildim. Gözlerim hafif kısık karşımda duran askere bakıyordum. Silahının ucuyla tekrar dürttü beni. Cevap vermek istiyordum ama ne diyeceğimi bilemediğimden, titreyen göz bebeklerimle askere baktım. Asker '' Neden evde değilsin? Bu saate dışarıda kalanların başına iyi şeyler gelmediğini duydum.'' diye bir şeyler mırıldandı yarım ağızla gülerken. O zaman askerin niyetinin pekte iyi olmadığını anladım. Cevap verecek bir şey bulamadım. Asker tekrar konuştu. '' Şimdi seni cezalandırmam gerekecek anlaşılan. Çünkü iyi bir çocuk olsaydın bu saatte kendi yatağında olurdu. Sesini çıkartırsan seni vururum ve inan bana bunun için kimseye hesap vermek zorunda kalmam.'' dedi. Ne yapacağımı bilemeden kalakaldım. Çok korkuyordum. Bağırsam bunun bana faydası olur muydu? Kaçmak geldi içimden ama kırılan ayağım hala müthiş bir acı duymama sebep oluyordu. Asker üzerime abandığında bağırmaya çalıştım ama başımın yanına inen silahın kabzası hatırladığım son şey oldu.

     Kendime geldiğimde asker gitmişti. Bacağım eskisi kadar acımıyordu ama bu kezde oturmakta zorluk çekiyordum. Külotumu ve pantolonumu hafif hafif çekerken, ağlamamak için var gücümle uğraşıyordum. Henüz çocuk yaşta olmama rağmen, ne kadar büyürsem büyüyeyim artık asla gerçek bir erkek olamayacağımı biliyordum. Elimi cebime attım sabah annemin özenle iliştirdiği beş lira cebimde yoktu. Halbuki düşmeden az önce yokladığımda oradaydı. Düşürmüş müydüm acaba? Artık yol parasına ihtiyacım yoktu çünkü eve gitmek istemiyordum. Hiç bir yere gitmek istemiyordum. Hiç bir yere ait olmadığım hissi tüm bedenimi ele geçirdiğinde tekrar kendimden geçmiştim. Hikayenin garip bir şekilde buradan sonrasını hiç bir zaman hatırlayamadım.

                                                          ..................................................


     Dedem bunları bana anlattığında adeta donakalmış, ona bakakaldım. Diyecek bir şey bulamıyordum. Ölüm döşeğindeki bir adamın, yıllar sonra bu itirafı yapması beni derinden sarstı. Benim hayatı boyunca sayısız harekatta yer alan, bir çok madalya sahibi olan, yıllarca orduya onurluca hizmet vermiş dedem bir zamanlar kendisi gibi bir asker tarafından böyle iğrenç bir olaya maruz bırakılmıştı. Akıl alır gibi değildi. Gözlerim doldu. Sanki karşımda sekseninden gün almış o kahraman asker yerine, o gün cılız bedeni üzerine abanan hayvanın altında inleyen, tahminim 13 yaşlarındaki çocuğun yüzü duruyordu. Midemin bulandığını hissettim. İçimde acımayla karışık garip bir nefret hissi uyandı. Söyleyecek söz bulamıyordum. Dedem beni zor durumda bırakmamak için uyumak istediğini söyledi. Ve ben odadan çıkarken arkadan '' Şimdi huzur içinde ölebilirim '' dediğini duydum.

     Dedem öleli henüz 2 hafta olmuştu ama ben onun bana anlattıklarını bir türlü aklımdan çıkartamıyordum. Nasıl olur da bu olayı yıllarca bir sır gibi sakladığı halde, birden bire anlatma gereği duymuştu. Yıllarca kimseye bu durumu hissettirmeden yaşamıştı. Neden bana anlatmıştı? Nasıl evlenebilmişti? İki tane erkek çocuğu olmuştu ama onlara hiç bir zaman yakınlık göstermemişti. Asker oluşuna ve onları disipline etme ihtiyacı güttüğüne bağlamıştık bunu. Şimdi ise kim bilir belki de bu çocuklar ona kendi çocukluğu hatırlattığı için onlara dokunmaktan haz almıyor ve hatta iğreniyor olabilirdi. Bir erkeğin, başka bir erkeğe dokunması başından dedemin ki gibi bir olay geçmiş biri için anlaşılabilir bir durumdu. Yanıtlanacak o kadar çok soru vardı ki aklımda. Öte yandan dedemin bunca yıl şerefle sürdürdüğü hayat böyle bir travma geçirmiş bir insanın hayatına hiç benzemiyordu. Bunları anlatırken utanma duygusundan çok, dedemin yüzünde vicdan azabı hissetmeme sebep ne idi? İşin kötü tarafı kimseye anlatamayacağım bir şey olduğu için, babamlara da dedem hakkında bir şey soramıyordum.

     Bir gün babama dedemi çok özlediğimi söyledim onun gençliğine ait fotoğraflar olup olmadığını sordum. Babam onların uzun zamandır tavan arasında olduğunu ve dedemin çok uzun bir süredir onları yerinden hiç çıkartmadığını söyledi.

     Akşam olunca tavan arasına çıktım. Eski bir metal kutunun içerisinde saklıyordu bütün anılarını. Çocukluğuna ait bir şeyler bulabilmeyi umut ediyordum. Bulabileceğim en ufak bir ipucu aklımdaki bütün soruları kaldıracaktı. O gün yaşadığı olayın anısına mutlaka bir şey saklamış olmalıydı. Yoktu. Çocukluğuyla ilgili hiç bir şey yoktu. Bütün kutu madalyalar ve fotoğraflarla doluydu. En üstte duran fotoğrafı elime aldım. Bir kaç asker arkadaşıyla birlikte yan yana çekilmiş bir fotoğraf vardı bütün arkadaşları ile birlikte gülümserken bir pozları vardı.resmin arkasını çevirdiğimde şu not yazıyordu; '' 23 Eylül 1980 - İstanbul '' Başka bir şey yoktu. Sonra kutuyu tekrar karıştırdığımda fotoğrafların arasından yere düşen, artık tedavülden kalkmış olan beş lira ya bakarken, gözlerim tekrar resimde yüzünde garip bir gülümseme olan dedeme yöneldi. Dedemin hayatım boyunca bana yaşattığı ikinci şok oldu bu. Yine donakalmıştım. Dedemin anlattığı hikayedeki çocuk yerine şimdi yalnızca hikayedeki askeri düşünüyordum. Demek ki onca yıl, onca vicdan azabıyla, seksen yaşına kadar...


   

3 Ocak 2014 Cuma

DÜNYA'YI DEĞİŞTİREN SİNCAP



-Dün akşam söz verdim kendime, dünyayı daha iyi bir yer haline getireceğime
-Sen bir yerin başbakanı mısın ki?
-Değilim ama, öyle olsaydım eğer etki gücüm daha fazla olurdu o zaman
-O halde Senato üyesisin.
-Çiftçi olmayı tercih ederim. O zaman kendi topraklarımda, daha fazla iradem olurdu sanırım.
-Kimsin sen o halde?
-İşte doğru soru bu çocuk. Ben aslında kim olduğu pekte önemli olamayan biriyim. Sadece işten eve her gelişinde, aynı yolları kullanan ve her defasında çiçek sokakta arabasının sağ lastiği aynı çukura düşen ve bu yüzden de, her Allah'ın günü belediyeye itina ile küfür eden sıradan bir vatandaşım. Dün akşam söz verdim ama kendime daha iyi bir yer haline getireceksin burayı dedim.
-Onu anladım. Nasıl olacak o?
-Dün akşam arka bahçeye bakan balkonumun pervazına bir kap bulgur ve su koydum kuşlar için. Tüm kış kuşları besleyeceğim. Böylece kışın açlıktan ölmeyecekler ve bahar geldiğinde eskisinden daha fazla kuş cıvıltısı olacak etrafta. Tıpkı eski günlerdeki gibi. Sence böyle bir şeyin gerçekleşmesi dünyayı biraz daha iyi bir yer haline getirmiş olmaz mı çocuk?
-Haksız sayılmazsın ama yetmez ki?
-Biliyorum yetmeyeceğini bu yüzden bu kararımı seninle paylaşıyorum. Bir düşünsene çocuk, ben dünyayı biraz daha güzel bir yer haline getirecek güce sahibim. Dünyada yaklaşık 7 milyar insan yaşıyor. Herkes elinden gelenin en kötüsünü yapsa dahi, dünya eskisi gibi bir yer olabilir. Sana bunları anlatarak 7 milyar insana ulaşmak için de bir adım atmış olduğumu düşünüyorum.
-Sende ki umudun 7 milyarda biri bende olsa neler yapardım hayal bile edemiyorum. Baksana sen üşütük falan değilsin değil mi?
-Aptal olma çocuk. Sana dünyayı değiştirmekten bahsediyorum burada. Bu kadar zor olmamalı. Düzeltmenin, yıkmaktan daha zor olduğu kadar, zor sadece. Bu zorluk makul görülebilir. Sen ne yapmayı düşünüyorsun peki?
-Hımm. Düşüneyim? (...) Buldum. Sanırım ihtiyar komşumuz Cevdet Amca'ya alışverişe çıkarken eşlik edebilirim. Bu durumda o, 70 model külüstürü dışarı çıkarmaz, daha az hava kirliliği olur. Böylece dünya....
-Tamam tamam. Pek mantıklı durmuyor ama idare eder sanırım.
- Mantık?
-Yeni nesil hayal gücünden ne kadar da mahrum kalmış. Tamam bu bir başlangıç olsun ama yine de bir kaç kişiyle paylaş bu durumu çocuk.
-Anlaştık. Yarın yine gelecek misiniz?
-Hava güzel olursa neden olmasın?
-Havayı güzelleştirmek için de bir formülünüz yok mu?
-Hahaha. Şakacı çocuk. Yarın görüşürüz umarım. Dediklerimi unutma.
-Unutmam.

Yaşlı adam ceketinin düğmelerini ilikledikten sonra çocuğun yanından kalktı. Oturduğu bankın çok temiz olmadığını düşündüğünden pantolonunu silkti. Parka şöyle bir göz gezdirdikten sonra her şeyin yolunda gittiğinden emin oldu ve ayrılma vaktinin geldiğini düşündü. Parkın çıkış kapısına yöneldiğinde meşe ağacının arkasına doğru yavaşça geçti. Sağa sola tekrar bakındı. Kimsenin bakmadığına emin olduktan sonra bir kere hapşırdı. Sonra bir kere daha hapşırdı. Tekrar göz ucuyla etrafı kontrol ettiğinde son bir kere daha hapşırdı ve ihtiyar ortadan kayboldu. Sadece ağacın dibinde beliren, boz renkli bir sincap hızla ağacın gövdesinden yukarı tırmanarak, ağaçların dalları arasında gözden kayboldu.