NIETZSCHE AĞLADIĞINDA BEN GÜLÜYORDUM








29 Eylül 2010 Çarşamba

BİR BARBUNYANIN HİKAYESİ

Bazen bizim evde barbunya pişer. Barbunyanın rakı sofrasındaki meze olarak değeri nedir bilmem ama, akşam yemeklerinde bizim evdeki yerinin pekte önemli olduğunu söyleyemem.
Bazı yemek kültürlerinde zeytinyağlılar ana yemekten hemen önce servis edilir. Bizim evde de durum böyle olsaydı şayet; barbunyada hak ettiğini düşündüğüm değeri bulabilirdi belki. Fakat, ne yazık ki durum böyle değil. Çünkü; barbunya bir zeytinyağlı olmasına rağmen hiçbir zaman fasülye ya da yaprak sarması kadar şanslı olamayacaktır benim gözümde ve bizim evde. Yeri hep makarnadan ya da pilavdan sonra gelecektir. Yemekten alınan hazzın doygunluk belirtileriyle birlikte son bulmasının an meselesi olduğu zamana denk gelir barbunyanın tabaktaki yerini alma sırası. Yani; çorba, ana yemek, makarna, salata derken; annenin ‘’ Birazda barbunya koyayım mı, ister misin ? ‘’ sorusuna karşılık yanıt hep ‘’ yok çok doydum! ‘’ olur. Ve böylece barbunyanın da günlerce sürecek olan dolaptan masaya, masadan dolaba olan yolculuğu da başlamış olur. Bozulana kadar gideeeer-geliiiir! hatta çoğu zaman kimselere çaktırmadan geldiği gibi buzdolabına geri gittiği gibi rivayetlerde dolaşır ev sakinlerinin arasında. Ama yinede bu yolculuk sırasında evin babası göbekteki kot farkından mı yoksa, ‘’Barbunyanın da gönlü kalmasın hadi‘’ diye merhametinden midir bilinmez? Bir kaşık da olsa yemeyi ihmal etmez. Zaten genelde tek yiyende o olur. O da barbunyanın kaderi olan bozulmasına ve çöpü boylamasına engel olamaz ne yazık ki.
Bu bir kısır döngü çünkü; ne annem barbunya yapmaktan vazgeçer ne babam barbunya istemekten ne de barbunya günlerce masaya gelip-gitmekten. Yazık! Olan bedavadan kirlenen borcama oluyor.
                                                                                                                            
 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder