Savaşmak yerine sevişmeyi tercih
ettiğimiz yıllardı. Sararan yapraklardan hesap sormaz, güz güllerini
kıskandırmazdık. Ali vardı bir de. Her ne kadar tüm mevsimleri tadını çıkararak
yaşamayı sevse de, en çok ta sonbaharı severdi. Serin rüzgârları, ılık
yağmurları ve alacalı rengi ile bir portrede yaşıyor hissi verirdi kendisine.
Bir de ilk âşık olduğu kızın, rüzgârda sallanan kırmızı kaşkolünü hiç
çıkartamıyordu aklından. Kalbinin kapıları hep sonbaharda aralanırdı nedense...
Fakat bir sonbahar sabahı diğerlerinden
biraz farklıydı. Çalan sirenlerin uğultusu içinde sıçrayarak fırladı
yatağından. Sevdiği sonbahar ezgileri arasında bu notaları daha önce duyduğunu
hiç anımsamıyordu. Televizyonu açtı. Siyah beyaz dalgalı ekrandaki yüz, büyük
gözlüklerinin ardına gizlenen keskin bakışları ile askeri darbenin
gerçekleştiğini ve bu sabah saatleri itibari ile Kenan Evren'in yönetime el
koyduğunu söylüyordu. Ardından uyardı, ''Lütfen evlerinizden dışarı çıkmayınız!
Tekrar ediyorum, lütfen evlerinizden dışarı çıkmayınız!''
Elindeki kahve bardağı yere düştü Ali'nin.
Yıllar sonra anlatsaydı hayal meyal hatırlardı o anı. Bir 'Oh' çekmişti.
Nihayet çocukluk arkadaşının kendisini vuracağı korkusu son bulmuştu. Yine de
darbe, darbeydi işte. Bir tarafı hala buruktu.
İşe gitmek için hazırlanmaya gitti.
Sonra dışarı çıkamayacağını hatırladı. Alışması zaman alacak gibi görünüyordu
bu duruma. Derken masadaki yarı dolu bardağın içindeki suyun titrediğini fark
etti. Avize de sallanıyordu. Tereddüt içerisinde perdeyi araladı. İlk defa
sokaklarından bir tank geçiyordu. Ona göre gövde gösterisinden başka bir şey
değildi bu.
Televizyonda bütün gün yapılan
baskınları ve tutuklamaların haberlerini izledi. Sanki bakışlarını çevirdiği her
yerde Kenan Evren vardı.
(35 yıl sonra küresel olarak
biraz daha ısınmış bir Eylül sabahı...)
Yıllar sonra her şey değişmişti. Ali artık cebindeki mevsimleri gelişi
güzel harcıyordu. Pek fazla ömrü kalmamıştı. Kendisi gibi pek fazla ömrü
kalmayan full HD televizyonundaki adama baktı. Alnındaki lekeleri
görebiliyordu. Yıllar önce darbe yaparken de var mıydı acaba bu lekeler diye
geçirdi aklından. O siyah beyaz yıllarda...
Zorla doğrulmaya çalıştığı tekerlekli
sandalyeden kendisine uzatılan mikrofona ''Pişman değilim,'' diyordu.
Darbenin olduğu sabah değilde, kırmızı kaşkollü kızın asıldığı sabah
haraç mezat çıkarmıştı sonbahara olan sevgisini elinden. O günden beri de her
Eylül özlem duyuyordu sonbahara. Eskisi gibi sevmek istiyordu ama yapamazdı
biliyordu. Çünkü son defa sonbaharda mühürlenmişti kalbi. Sevme yeteneğini
elinden alan ''Pişman değilim,'' diyen adama bir kez daha baktı. Zor konuşuyor,
zor nefes alıyordu. Ölümü yakındı. Ama pişman değildi. Sahi, pişmanlık kaç
heceydi? Asılan kaç cana eşitti?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder