Evrenin en öfkeli yazarıydı.
Kalemi kan renginde yazıyordu. Acıması yoktu kelimelere karşı. Merhamet
geçirmez duvarlarla ördürmüştü odasını. Kapı yerine bir ayna duruyordu duvarların
ortasında. Ancak öfkesinden deliye dönenler karşı tarafı görebilirdi ve karşıyı
görenler girebilirdi yalnızca odaya.
Henüz öyle ayaklar çiğnememişti kahverengiyi, yeşili, maviyi…
Çıkardı ana rahminden, yeni doğan
bir sabiyi çıkarır gibi kızıl mürekkebe boyanmış kağıdı daktilosundan. Ardından dikkatlice bir başkasını taktı. Bu
hayatta bir tek doğum sancıları çeken daktilosuna acı çektirmeyi sevmezdi. Bu
yüzden mümkün olduğunca hızlı yazar ve her sayfada dünyaya öfkeden çılgına dönmüş yeni bir hayat verirdi.
Mürekkebine huzur bozan adını
takmıştı. Sevmiyordu dünyayı ve ondan türetilmiş olan hiçbir şeyi. Sevimli bir tavşan
onun kalemi ile tanıştığı vakit, mutasyona uğramış dev bir lağım faresine
dönüşürdü. Lağım farelerinin birbirlerini yemekten hoşlanmalarının altında
yatan ironiyi ise dünyadaki kardeş kavgalarından alırdı. Onun beyaz topraklarında kimse bir birini
sevmeye cesaret edemezdi örneğin. Kim buna cesaret ederse, kızıl bulutlardan
boşalan yağmura gizlenen böcekler yerdi kalplerini hemen. Çünkü,
kırılacaksa sonunda hiç sevmemeliydi bir kalp ona göre.
Fakat her şeye rağmen evrenin en
öfkeli yazarı son cümlesinde ise her zaman bağışlanmayı dilerdi ve imzasını ‘’Dünya’nın bu kadar kötü oluşu benim suçum
değil,’’ diye atardı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder