NIETZSCHE AĞLADIĞINDA BEN GÜLÜYORDUM








28 Ekim 2015 Çarşamba

ŞÖHRET VE VİCDAN

     2012 Yılının kışıydı. ''Genç savcı suçluları yakalattı,'' başlıklı yazıyı okurken göğüsümü farkında olmadan dişisine kur yapan bir güvercin gibi kabartmıştım.  Sonraki yıllarda bunun gibi hakkımda daha çok haber yapılacaktı fakat hiç biri  ne yazık ki, bu başlık kadar heyecanlandırmayacaktı beni.

     Ertesi sabah mahkeme salonuna girerken mübaşir, ''Hoş geldiniz savcım,'' derken yalakalık sınırlarını her defasında aşan tavrı ile yerlere kadar eğilmişti. Oysa bana öğretilen örf ve adetlere göre, yaşı itibari ile onunki kadar abartılı olmasa da, benim ona saygı göstermem gerekiyordu. Başlarda bir kaçını bu tarz hareketlerde bulunmamaları konusunda uyardım ama, ben onları değil de, adeta onlar beni eğittiler. Şimdi bazen biri saygıda kusur edince garibime gidiyor.

     Mahkeme saati geldiğinde ilk içeri gelen suçlu gasptan yargılanıyordu. Giyimi kuşamı düzgündü. Konuşurken ki sakin tavırları ve üslubu mahkeme salonunda ifade veren birine değilde, daha çok büyük bir salonda konferans veren saygın bir iş adamına benziyordu. Şu dakikaya kadar dikkatimi çekmeyi başarmıştı. Genelde bu tarz basit davalarda, davalının ifadesindeki belli noktalardan suçlu olup olmadığını çıkartırdım. Baştan sona inkar içerikli bu sözlü savunmaları da pek dikkate almazdım. Bu defa da işim kolay olacak sanıyordum fakat öyle olmayacağını daha ilk dakikasından anlamıştım.

     Duruşmanın ilerleyen dakikalarında, suçlama makamı olarak görevimi yerine getirerek dört yıl iki aya denk geleceğinden emin olduğum ceza ile yargılanmasını önerdim. Hakim, iki yanında duran biri yardımcısı diğeri psikolog olan memurlarla kısa bir fısıldaşmanın ardından, ikinci duruşmayı 3 ay sonraya attı. Bu adli tatile denk geldiği için en iyi ihtimalle iki ay sonrasına yeniden gün verecekti mahkeme. Yani, davalının ikinci defa derdini anlatana kadar içeride geçireceği beş ayı vardı. İlk mahkemenin de, dört ay sonra olduğunu hesaba katarsak, bu dokuz aya denk geliyordu. Ceza alacağı kesinleşen sanıklar için bu durum her ne kadar avantajlı olsa da, masum oldukları ispatlananlar için ise gerçek anlamda bir haksızlık demekti.

     Adli tatilde hakim olmamasına rağmen nöbetçi hakimle duruşma devam etti. O da, hakimin dosyasına müdahale etmek istemediği için tam da beklediğim gibi, mahkemeyi iki ay on gün sonraya attı. Bu defa mahkum hiç konuşma fırsatı bulamadı. Gözündeki morluk dikkatimi çekti. Epeyde kilo vermişti. Ters giden bir şeylerin olduğunu anlamama rağmen hiç bir şey sormadım.

     Yarın iki ay on günlük süre doluyordu. O mahkumun üçüncü mahkemesini görecektik. Arkadaşlarla o gece bir şeyler içmek için dışarı çıktık. Yarın ki mahkeme üzerine düşünmem gerekiyordu ama, henüz mesleğin ikinci yılında bırakmıştım böyle şeyleri. O kadar çok dava vardı ki, bir süre sonra işler içinden çıkılmaz bir hal alıyordu. Arkadaşla iyice kafaları çektikten sonra evin yolunu tuttum.

     Sabahki ilk dava onundu. Başım fena halde zonkluyordu. Bugün de diğer bazı günler gibi kolay geçmeyecek gibi duruyordu. Onun kapıdan girdiğinde ki halini görünce içimde bir acıma hissi belirdi. Alnının sağ yanında irice bir şişlik vardı. Her iki gözünün altında da morluklar vardı. İlk günkü dik duruşundan eser yoktu. Sağa doğru yatık duruyordu. O kadar zayıflamıştı ki, gömleğinin üzerine giydiği süveter üzerine geçirilmiş bir çuvalı andırıyordu. İlk günkü hali hatırımda kalmasa, bu hali ile gasp suçunu işlediğinden hiç şüphem kalmazdı. Bu defa hakim söz verdiğinde o akıcı konuşması yerini ağzından zar zor çıkan bir iki acı kelimeye bırakmıştı: ''Be... Be... Ben suçsuzum hakimim.'' Ön iki dişi kırıldığından kelimelerin telaffuzunda sorun yaşıyordu.

     Mesleki reflekslerimin o an sanki yüzyıllardır omzumda taşıdığım bir yük gibi ağırlaştığını hissettim. En büyük yardımcım olan bu refleksler, bir an da en büyük düşmanım olmuşlardı. Ve vicdanım da ilk kez bu kadar sarılmıştı boğazıma. O arada söz bana geldiğinde hakime savunmayı bir kez daha okumak istediğimi söyledim. İfadesinde, bir taksici ile hesap yüzünden kavga ettiklerinden bahsetmişti. Taksici fazla para istemiş, vermeyince de kavga etmişlerdi. Daha sonra taksici, gasp edildiğini öne sürerek adamdan davacı olmuştu. Mesleğin o ilk yıllarındaki şevkim olsaydı gözümün önünde duran bir gerçek yüzünden bu adamı, dokuz aydır boşuna ceza evinde yaşayacağı türlü acılara maruz bırakmazdım. Ben suçlu suçsuz ayrımı gözetmeden içeriye attığım onlarca kişi için hakkında satırlarca haber yazılan bir savcıydım. Hangi ara bu kadar ünlendiğimi ise hiç hatırlamıyorum. Taksicinin gasptan sabıkası olduğu notunu düşmüşüm bir kenara. Davalının haline bir kez daha baktım. Gözünden süzülen ince bir yaş süveterinin yeşil baklava deseninin üzerinde eriyip gitti. Ona acımak istemiyordum ama içimdeki acıma duygusuna bir türlü engel olamıyordum. Bu duygunun kararımı etkilemesine izin veremezdim.

     Sonunda kararımdan emin olabileceğim bir ayrıntıyı yap bozun son parçasıymış gibi aklımdaki yerine oturttum. Nasıl bir gaspçı, gasp edeceği taksiciyi evinin önüne kadar getirip, orada suç işlerdi ki? Cevap başından beri gözümün önünde öylece duruyordu. Önce bu ifadeyi mahkemeye taşıyan polislere kızdım. Ardından mütealamı davalının serbest kalması yönünde açıkladım. Son umudunu da dört duvarın ardında bırakan davalının gözünde yeniden yeşeren o parıltıyla bana bakışı meslek hayatım boyunca aldığım en büyük ödül oldu. Çünkü ben vicdanımın hiç bir zaman bu kadar hür olduğunu hatırlamıyordum ve bir daha asla böyle bir hata yapmamaya karar verdim.

     Ertesi gün olduğunda, ''Mesleğinin zirvesinde istifa eden meşhur savcı'' olarak son kez manşetlere taşınırken, aynı zamanda da vicdanı hür bir adam olarak yeniden doğuşumu kutluyordum.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder